Sohbet eşliğinde tarihin bahçesinde yürürken... Fatma Barbarosoğlu
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak haber veriyor.
Üç kişiydiler. Biri benim yazdığım her yazıyı okumuş, okuduklarını birbirine bağlamış, benim yazdıktan sonra unuttuklarımı bile hafızasına nakşetmiş olan. Onun adını Canan koydum. Neden bilmiyorum. “Peyami Safa’nın Canan’ı gibi mi yani!” dedi. “Yok dedim candan içre can manasına Canan. Beni şaşırttığınız ve yorgun gönlüme bir şifa bahçesi gibi dolduğunuz için Canan.”
Canan, fizik öğretmeni. En çok Hakikat İncinmesin’in Lale öğretmenine dair sorular vardı zihninde. Birlikte geldikleri iki arkadaşının edebiyata dair bir ilgileri yoktu. Bana kalırsa, aynı okulda öğretmen olmalarının dışında hiçbir ortak noktaları yoktu. Din kültürü ve ahlak öğretmeni ile edebiyat öğretmeni, edebiyattan zevk alan fizik öğretmenini anormalin bahçesine salıvermiş bir edada kendilerinden ziyadesiyle hoşnut idiler.
Edebiyata ilgilerinin olmaması daima ilgisiz kalacakları anlamına gelmiyor elbet. Erken yaşlarda okumanın zevkini tatmamışlardı ve şimdi nereden başlayacaklarını bilmiyorlardı. Canan onlara benim köşe yazılarımı düzenli okumalarını tavsiye etmiş. Tanımıyoruz demişler. Şimdi şurada, bir kahve içimi zaman diliminde beni tanımış mı olacaklar?
Canan sohbeti açmak için “Hocam şu ara hangi yürüyüş kitabını okuyorsunuz?” dedi. Önce neyi kastettiğini anlamadım.
“Pandemiden bu yana yürümüyorum ama bolca yürümek üzerine kitap okuyorum, demiştiniz ya!” dedi. (Nerede demiştim?)
Yürümek üzerine kitap isimleri saydı Canan. Evet ben bunların bir kısmını okudum bir kısmını hem okudum hem sesli kitap olarak dinledim.
“Yeni Şafak kitap ekine neler okuduğunuza dair verdiğiniz görüş” dedi hatırlamama yardımcı olmak için.
Hatırladım.
“Bu ara hangi yürüyüş kitabını okuyorsunuz?” diye yineledi sorusunu Canan.
“Yürümek üzerine seyretmek istediğim bir film vardı ama henüz seyredemedim” dedim, benden kitap bekletişini boşa çıkarmaya azmetmiş gibi.
Canan alacağını almadan şuradan şuraya gitmem diyen tüccar gayreti ile “Sizde kıyıda köşede muhakkak bir yürüme bahsi vardır. Yok diyorsanız uzun uzun yürüdüğünüzü düşüneceğim” dedi gülerek.
Geçen hafta 17 bin adım atmak zorunda kaldım ama kast ettiğiniz bu değil herhalde dedim.
“O 17 bin adımı yazacak mısınız?” dedi.
Okuyucularımın, hayatımdaki her sahneyi yazdığımı düşünmesi ya da gündemde olan her habere dair tivit atmadınız, yazı yazmadınız diye hesap sorması gönlümü ziyadesiyle yoruyor. Ama Canan’ın beklentisini o kategoriye sokmam haksızlık olur.
“Yazmaya niyet ile niyet edilen şeyin bir metin olarak ortaya çıkması arasında bazen uzunca bir süre geçebiliyor. Bazen hiç niyet edilmemiş tanıklıklar yazının içine sızıp geliyor. Velhasıl sorduğunuz soruya cevabım: Bilmiyorum.” dedim.
“Yani yürümeye dair sizden bir nasibim yok öyle mi?” dedi.
“Nasibin peşine bu kadar düşüldüyse ille kavuşulur” dedim.
“Arkadaşlarım Türkiye’nin yürüme haritası üzerine bir belgesel çekmek istiyor. Siz bu konuda...”
“İşlerine yarar mı bilmiyorum, bu sabah Reşad Ekrem Koçu’nun Tarihimizde Garip Vakalar kitabını dinlerken ‘Ata Binme Yasağı’ bahsinde Tanzimat’tan önce İstanbul’da Padişah’tan başka sadece üç kişinin ata ya da arabaya binme hakkının olduğunu öğrenince, insanların yürüdükleri mesafeler boyunca birbiriyle ne çok karşılattığını ve selam vermenin toplumsal düzen açısından ne kadar önemli olduğunu düşündüm” dedim.
“İşte bu hocam. Ben tam da böyle bir nasibin peşindeydim.”
“Bulmanıza sevindim. Tarihimizde Garip Vakalar’da gündeki dünü, dündeki günü bulmak açısından çok malzeme var.”
“Biz okuyunca göremiyoruz hocam. Sizinle birlikte okumamız şart.”
“Bir okuma grubu kurun, birlikte okuyun. Benim ya da bir başkasının olması şart değil.”
“Hocam biz bilgiyi atmosfere çeviremiyoruz.”
“Atmosfere çeviremiyoruz derken...”
“O bahsi biz dinlesek, okusak, dün ile günü birbirine bağlayamazdık. Siz yürümenin ilişkiler açısından bir atmosfer oluşturduğunu hemen fark ediyorsunuz.”
Fizik öğretmeninin coşkulu cümleleri meslektaşlarının yüzünden sekerek yere düştü. “Atmosfer” dedi ikisi birden.
Onların “atmosfer”ini yere düşürmeden alıp aynı anda fizik öğretmeni ile birlikte “atmosfer” deyip güldük.
II-
Reşat Ekrem Koçu’dan öğrendiğimize göre Tanzimat’tan önce arabaya binme hakkına sahip üç kişi vardı. Şeyhülislam, Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri Efendiler. “Vezirler, devlet ricali ve zata mahsus bahşolunan bir imtiyaz ile ve akaliyet âyan ve eşrafı ancak binebilirlerdi. On yedinci asrın ilk yıllarına kadar ricalden sayılmayan memurin, serveti ne olursa olsun halk, büyük şehir içinde ata da binemezdi.”
Ata binmek için padişahtan istenilen izne dair Reşat Ekrem Koçu edebiyat tarihine geçen şu fıkrayı anlatıyor:
“Dini edebiyatımızın Süleyman Çelebi’nin Mevlidi Şerif’i gibi hem şairane hem âşıkane en yüksek eserlerinden “Hilyeyi Peygamberi” yazmış olan Hâkanî Mehmed Bey, şu şaheserini bitirdiği 1598 (H.1007) yılında yetmişini aşmış bulunuyordu. Vazifesi Babıali Kaleminde idi, konağı da Edirnekapı civarında idi. Eseri, saraydan en aşağı halk tabasına varıncaya kadar fevkalade bir heyecan ile karşılandı ve şaire, sadaret makamı tarafından ne türlü mükafata mazhar olmak arzusunda bulunduğu soruldu. Şair: “Artık ihtiyar oldum, her gün Edirnekapı’sına kadar yaya gidip gelmeye kudretim kalmadı, müsaade buyurulursa hayvan ile gidip gelsem” cevabını verdi. Halbuki Hâkanî Mehmed Bey’in rütbesinde bir memurun ata binmesi yasaktı, şairin hatırı için devlet nizamını bozmadılar, hükümet Babıâlî civarında bir ev alıp şaire hediye etmeyi tercih etti ve arzusunu bu yoldan yerine getirdi. Fakat bir müddet sonra Müslümanlar hakkındaki şehir içinde ata binme yasağı kaldırıldı.” (s.19)
III-
Şimdi Reşat Ekrem Koçu’dan öğrendiklerimizi günümüzün duygu ve düşünce dünyasına tercüme edelim.
-Şehir halkı, atlılar ve yayalar olarak ikiye ayrılıyor.
-Hakanî Mehmed Bey, 70 yaşında olduğu halde Edirnekapı’dan Babıali’ye yürüyerek gidip geliyor.
-Saray, sanatkarın inşa ettiği eseri takdir ediyor, lakin takdir ederken sanatkarın arzusunu, kendi koymuş olduğu kuralları ihlal etmeden yerine getiriyor.
- “Yeni şartlar yeni imkanları şart koşar” ilkesini, toplumun bütününü kapsayacak şekilde yeniden düzenliyor.


