Tanrı misafirinden kalan ağır yük Fatma Barbarosoğlu
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Bazı karşılaşmalar vardır. Yıllar sonra hatırladığınızda, evvel gidenlerin arkada kalanların tamamlaması için bıraktığı ödevleri düşünürsünüz. Şeyma ile yolumuz böyle bir “ödev” üzerinden çakıştı. O günün tekrar tekrar üzerinden geçeceğim ve her defasında yeni bir teferruatı fark edeceğim 2025’in ocak ayında bir gün. Hayır, Şeyma ile ocak ayında tanışmadık. Aylar sonra babasının hikâyesinde buluşacaktık onunla.
İçimin katılaştığı, gözyaşının bile yük olduğu günler. Ağlamak dengemi bozabilirdi. İnsanın derdini kimselere anlatamayacağını ayne’l-yakîn olarak idrak ettiğim günler. Hayata ancak bir makine olarak katılabiliyordum.
Kalbimin kapısındaki taş nihayet yerinden oynamış, gözyaşlarım azat olmuştu. Azatlık belgem bir film ile başlamıştı.
O gün Hep Otuz Üç Yaşında filmini izlemiştik dört kişi. Birbirine aşina üç kişi. Film biterken üçümüz ağladık, sahnedeki Sacide, bizdeki Ayşe Özel’i toplayıp getirdi sinema salonunun ortasına. Dördüncümüz bu film için davet ettiğim henüz tanıştığım Sena, tanık olduğu sahneden şaşkın, bizde yaşamakta olan Ayşe Özel’i her birimizin cümlesini muhafaza etmeye çalışarak hayalinde canlandırmaya uğraştı. “Ne mutlu size” diyordu. “Ne güzel arkadaşlıklarınız varmış.”
O gün, yani 7 Ocak günü çok uzun bir gündü. “Meriç Hoca yola revan olmuş” cümlesinin mesaj olarak ekrana düşüşü... Kazlıçeşme’den binilen taksi. Hayata Meriç Hoca gibi bakan taksinin şoförü. Fatih Camii avlusunda selamı birbirine ekleyen kadınlar. Evvel gidenin arkada bıraktıklarını birbirine aktaranlar...
Evvel giden güzel insanların hatırasını yaşatmakla da mükellef değil miyiz? Güzelliklerden birbirimizi haberdar etmek dahi boynumuzun borcu. Sosyal medya hesabımdan Hep Otuz Üç Yaşında filmini muhakkak izlemelisiniz dedim.
İlk karşılık Bişkek’ten geldi. İslam Ansiklopedisi’ni evlatlarına düğün hediyesi olarak alan babasını anlatıyordu satırların sahibi. “Babanızın hikâyesi yazılmalı” dedim.
Ocak ayında başlayan “Babam ve İslâm Ansiklopedisi” hikâyesi aylarca devam etti harflerin gövdesinde. Bu yazışma trafiğini yöneten Şeyma ile nihayet haziran ayında rûberû tanıştık. Babasının hikâyesini layıkıyla yazabilmem için bana kendi çocukluğundan, gençliğinden sahneler aktaran Şeyma öğretmen, “Esasında yazdım ama önce size sözlü olarak mı anlatsam, karar veremedim” diye bir cümleye başladı.
“Sözün öncelik hakkı var, sonra yazıyı da gönderirsiniz” dedim. Anlattı. O anlattıkça ben... Neyse duygularınızın yolculuğu için, akleden kalp olarak nerede durduğunuzu görmeniz için, sizi hiç yorumsuz metne davet ediyorum. Aşağıda okuyacağınız satırlar Şeyma’nın kaleminden. Buyurun:
(2009 yılının temmuz ayında bir tren yolculuğunda tanışıp evimizde ağırladığımız yaşlı bir kadından dinlediğimiz hikâyedir.)
Tren rötar yapınca P’ye oldukça geç bir vakitte varacaktı. Abimle o saatte köye minibüs bulabilir miyiz, diye düşünüp konuşurken yolculuk sırasında vagonda tanıştığımız, bütün vagonu adeta yöneten, çok şişman, yaşlı kadın bizim konuşmamızdan da kendine bir pay çıkarıp “Minibüs bulamazsanız benim misafirim olursunuz” dedi.
Bizi evimize ulaştıracak köy minibüsü henüz kalkmamıştı ama teyzeyi evine ulaştıracak minibüs çoktan gitmişti. Şehir merkezindeki akrabalarını aradı yaşlı kadın. Almaya gelecek kişilerin ancak üç saat sonra orada olacağını öğrendi.
Yürümekte bile zorlanan bu yaşlı kadını akşam karanlığında orada öylece bırakmak istemedik. “Kime niyet kime kısmet. Bizi misafir edebileceğinizi söylemiştiniz, eğer gelmek isterseniz köyümüzde siz bizim misafirimiz olun” deyip evimize davet ettik. Bizi sevdiğini, bize güven duyduğunu, gelebileceğini söyledi. A’dan gelecek olan akrabasını arayıp durumu bildirdi. Biz de annemi aradık, yolda kalan yaşlı bir teyzeyi misafir getireceğimizi haber ettik. Akşam yemeği sonrası çay faslında A’nın varlıklı bir ailesinde büyümüş bu yaşlı kadın hayat hikâyesini anlattıkça anlattı. Cüzdanında taşıdığı vesikalık fotoğrafları çıkarıp tek tek fotoğraftaki kişileri bize tanıttı. Akrabasından ölen kalan kim varsa öğrendik. Fakat anlattığı bir olay var ki hepimizin hafızasına kazınıp kaldı.
Gelinleri, ardında küçük bir kız çocuğu bırakıp vefat etmiş. Aile mezarlığına kayınbabasının hemen yan tarafına defnedilmiş. Acının tazeliği ile bu yanlışlığın(!) farkına varamamışlar. Gelin, kocasının yanında, kayınbaba kayınvalidenin yanında medfun olmalıymış. Anlatırken ara ara da bizden onay bekliyordu. Bizden ses çıkmayınca “Yakışmaz değil mi? Öyle olur mu, ayıp!” gibi ifadelerle kendi anlattıklarını kendi onayladı tekrar tekrar.
“Aradan birkaç yıl geçince mezarın diğer tarafa taşınmasına karar verdik.”
Açılan mezarı yaşlı kadın öyle bir tasvir etti ki biz de o an mezardaki mevtayı görmüş gibi olduk.
“Bir güzel mevta... Yatırdığımız gibi! İskeleti yerli yerinde. İnci gibi dişleri, sapasağlam saçları... Mezarı açtığımızda küçük kızı da yanımızdaydı. Kız 6-7 yaşına gelmişti. O da görsün annesini istedik. Bu senin annen, dedik. Çocuk iskelete çakılıp kaldı. ‘Bu benim annem mi, bu benim annem mi!’ diye mezarın etrafında fır döndü. Hiçbir şey değil ama bir ona yanarım. Çocuk annesini öyle görünce hüzünlendi. Hastalığa tutuldu. Bilemedi doktorlar. Birkaç ay içinde öldü yavrucak. Gelinin yanına da yavrusunu gömdük.”
Yorumu size bırakıyorum. Lütfen yazının altına yorumlarınızı yazın.


