Bir İstanbul Efendisi: Âsaf Halet Çelebi Dursun Gürlek
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi yayımlıyor.
Geçen gün 17 Kasım 1976 tarihli “Büyük Gazete”nin sayfalarını çevirirken ilgimi çeken bir başlıkla karşılaştım. Başlık şöyleydi: “Tanıdıklarım – Âsaf Halet Çelebi Yahut Unutulan Adam” Merhume Münevver Ayaşlı’nın kaleme aldığı bu yazıyı hemen baştan sona okuma ihtiyacı duydum. Çünkü her ikisini ben de hem tanıyor hem seviyordum.
Tam bir İstanbul beyefendisi olan merhum ve mağfur Âsaf Halet Çelebi’yi, yine tam bir İstanbul hanımefendisi diye bilinen, bir ünvanı da “Boğaziçi’nin Haminnesi” şeklinde telaffuz edilen Hace Münevver Ayaşlı’nın tanıtımıyla tanımanız için bu yazıyı aşağıya alıyorum:
Şair, edip, mûsıkişinas, hattat, zarif ve her yönüyle tam bir İstanbul çelebisi bir insan vardı ki, çoktan unutuldu. Âsaf Hâlet Çelebi…
Âsaf Halet Çelebi’nin pederleri Halet Beyefendi hakikaten Cenab-ı Pir Hazreti Mevlânâ’nın soyundan mı geliyordu, bilmiyorum? Lakin Hazreti Mevlânâ’nın yolunda olduğu muhakkaktı. Oğlu Âsaf, Farsçasını ve Mesnevi’yi okuyabilmesini babasının rahle-i tedrisine medyundur. Nezaketini ve terbiyesini de keza babasına borçludur. Ben, Âsaf Halet Çelebi kadar terbiyeli ve nazik başka kimse görmedim. Hep elpençe divan durur, kimseye arkasını dönmez, daima arka arka giderdi. Kaç defa ayağı kapı eşiğine takılıp da düşecek diye korkmuşumdur. Bu terbiye ve nezaketi ben bir daha göremeyeceğim gibi, dünya da görmeyecektir. Yukarıda, Beylerbeyi’nin tepesinde harap mı harap, fakat o derece güzel, hem de hârikûlade güzel ve büyük bir köşkte oturuyordu. Bu köşk, Beylerbeyi’nde meşhur Hasip Paşa Yalısı’nın dağ köşkü, yani korusunun köşkü imiş. (Bugün her ikisi de yok olmuştur.)
Mütefekkir mimarımız Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı mimarisi için kullandıkları tabiri tekrar edeyim: “Osmanlı ferahlığı, Osmanlı ferahlığı, efendim ben daha ne söyleyeyim!” derlerdi.
Hakikaten Osmanlı mimarisindeki ferahlık yeryüzünde bilmem ki, başka bir mimari de var mıdır?
Hiç unutmam, Brezilyalı Katolik bir diplomat ile İstanbul’da camileri geziyorduk. Sultan Ahmed Camii’ne girdiğimiz zaman, diplomatın yüzü değişti ve yavaş bir sesle bana: Ben Müslüman olacağım, dedi. Zira ben, “melankolik ve nevrastanik” bir insanım, hiçbir yerde ferah ve huzur duymam ve duyamam. Halbuki Sultan Ahmed Camii’ne girer girmez, başka bir yerde hissetmediğim ferahı, saadeti ve huzuru buldum. Binaya bu kadar huzur veren bir din elbette insanlara da huzur ve saadet verecektir, dedi.
Hakikaten Âsaf Halet Çelebi’nin ve ailesinin oturduğu harap köşkte de böyle bir Osmanlı ferahlığı vardı. İnsanın hemen oracıkta Osmanlı olacağı geliverirdi.
Bu viran, fakat çok güzel köşkte, şiir yazmaktan başka, Âsaf Halet Çelebi ud da çalar, hazin hazin eski şarkılar söylerdi. Âsaf Halet Çelebi’nin tasavvuf cephesi de kuvvetliydi. Mesnevi’yi okur ve anlardı. Daha turistik ve moda değilken Âsaf Halet Çelebi, Mevlânâ âşığı idi. Cenâb-ı Mevlânâ hakkında kıymetli bir eseri olduğu gibi, onun rubailerini de Fransızcaya tercüme etmiştir. Aşağıda göreceğiniz derin ve güzel şiir de Âsaf Halet Çelebi’nindir:
Tennure giymiş ağaçlar
Aşk niyaz eder Mevlânâ
İçimdeki nigâr başka bir nigârdır
İçimdeki semâa
Nice yıldızlar akar
Ben dönerim,
Gökler döner
Benzimde güller açar
Güneşli bahçelerde ağaçlar
“Halaka’s semâvât-i ve’l – ard”
Yılanlar ney havalarını dinler
Tennure giymiş ağaçlar
Çemen çocukları mahmur
Caaan
Seni çağırıyorlar
Yolunu kaybeden güneşlere bakıp gülümserim
Ben uçarım, gökler uçar.
Evet, Paris’te kitapçılarda, tercüme de olsa tek bir Türk yazarının kitabını görmüştüm. Âsaf Halet Çelebi’nin Hazreti Mevlânâ’dan çevirdiği Rubailerdi.
Bunu söylediğim zaman Çelebi o kadar sevinmişti ki, neredeyse gözlerinden yaşlar gelecekti:
Çelebi, dedim. Bu kadarla da kalmadı, 1953 yılının Şeb-i Arusu’nu tes’id etmek için “Musée Guimet”de bir toplantı tertip edildi. Bu konferans serisinde tek bir Türk’ün ismi geçti, o da senin ismin idi. Çok hassas olan Âsaf Halet Çelebi, artık gözyaşlarını tutamıyordu.
Bütün ümidi ve gayesi Boğaz Köprüsü yapılacak, arazilerini parselleyecekler, satacaklar ve Âsaf Halet Çelebi Paris’e gidecek… Bana durmadan sorardı:
Nasıl, ben Paris’e yakışacak mıyım?
Hem de nasıl, İstanbul’dan çok daha fazla yakışacaksın, derdim.
Hakikaten koltuğunun altında bir yığın kitap, sırtında kendi dikmiş veya yapıştırmış olduğu kavuniçi rengindeki naylon pelerinle Paris’te, Saint Germain’de bir aşağı, bir yukarı gezindiğini, piyasa ettiğini, nihayet bir kahvehaneye girip oturduğunu görür gibi olurdum. Çelebi, o Osmanlı nezaketi ve efendiliği ile Fransızlara, 18. asırların nezaketini hatırlatacaktı. Çelebi’nin öyle bir nezaketi vardı ki, âdeta sâri, etrafına yayılan bir nezaket ve zerafet idi bu.
Naylon pelerini de müferrihattan bir şeydi. O zamanlar naylon kumaşlar, bugünkü kadar gelişmemiş, âdeta kâğıt gibi bir şeydi. Dikiş tutmazdı ve dikiş yerleri hemen yırtılırdı. Çelebi, yarı dikiş, yarı yapıştırmakla kendine bir pelerin dikmiş, yine koltuğunun altında bir sürü kitap, Beyoğlu’na çıkardı. En çok uğradığı yer Hacette Kitabevi ve sonra Lebon Pastahanesi idi.
Şâyân-ı hayrettir, nasıl yapabilirdi? Âsaf Halet Çelebi zengin değildi. Kazancı da azdı. Bütün parasını kitaba yatırırdı. Üstü başı ise, harap ve harabati idi. Massignon’un Hallac-ı Mansur hakkındaki muazzam eserini ilk defa Çelebi’de görmüştüm. Çok kıymetli kitapları ve Türk mûsıkisine ait çok değerli notaları vardı. Vefatından kısa bir süre sonra, canı gibi sevdiği, bin bir fedakârlıkla topladığı kitapları yok pahasına gitti. Oğlu Ömer, henüz çocuktu. (Şimdi o da yaşamıyor ya) Hanımı ise, yalnız ve parasız kalmıştı. İlk isteyene bütün kitapları vermişti. Geçelim…
Âsaf Halet Çelebi’nin tasavvuf, edebiyat, şiir ve mûsıkiden başka yemeğe de çok merakı vardı. Hem iyi yemek yemesini sever, hem de çok yerdi. Elinde 2-3 yüz sene evvelki yemek tarifeleri vardı. Çelebi’ye bakılırsa o zamanlar eti sütle pişirirlermiş.
Neden sonra Afganistan Sefareti’ne yemeğe davetliydik. Bize nadide ve milli yemekleri olarak sütte pişirilmiş et ikram ettiler:
Efendim, dedim. Süt içinde eti bizde üç yüz sene evvel, belki daha eskiden pişirirlermiş.
Ziyanı yok, bütün milletlerin bizden bir şeyler alıp kendilerine mal etmiş oldukları gibi, tekke pilavı ile sütlü et yemeği de Afganlıların olmuş, olsun.
Bir gün, yine Beylerbeyi’ne, Âsaf Halet Çelebi’ye gitmiştim ve Çelebi, Paris’e gidiyorum, demiştim. Çok kalacak mısınız, diye sordu.
Belli olmaz. Nasip, belki birkaç sene kalırım, dedim.
Aman efendim, dediğime öyle pişman oldum ki, bu sefer başladı hüngür hüngür ağlamaya. Hem ağlıyor, hem de “Ah köprü, vah köprü” diyordu.
Yazık ki Çelebi, köprüyü göremeden Hakk’a yürüdü. Az sonra çok sevdiği Ömer de vefat etti. Haremi Nermin Hanım da gözden kayboldu. Hayatta mı, değil mi, nerededir, tekrar evlendi mi? Hiçbir şey bilmiyorum.
Yakından tanıdığım, kendisiyle bir de röportaj yaptığım merhume Münevver Ayaşlı’nın bu son sözlerine bir iki cümle de ben ekleyeyim.
Nermin Hanım, oğlu Ömer’in ölümünden ve bunca sıkıntıdan sonra Şişli tarafında bir Huzurevine yerleşti. 2.7.1996’da kendisini ziyaret ettiğimde Ömer’ciğinin fotoğrafını gösterdi ve göz yaşlarına hâkim olamadı. Ayrıca, muhterem ve merhum zevci Âsaf Halet Çelebi’nin “Om Mani Padme Hum” isimli kitabını, “İyi dostumuz Dursun Gürlek Beyefendi’ye en iyi dileklerimle. Âsaf Halet Çelebi eşi Nermin Çelebi” diye imzalamıştı.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun.




