Bir keman, bir evlilik ve yüzyıllık hayat Agos
Agos sayfasından alınan verilere göre, SonTurkHaber.com bilgi veriyor.
Bu yazı, Berlin’deki Villa Oppenheim, Charlottenburg-Wilmersdorf Müzesi’nde sergilenen “Re-Membering: Diasporadaki Ermeni Yaşamının İzleri” sergisi için kaleme alındı. 17 Nisan’da açılan sergi 14 Eylül’e kadar açık. Sergi, Charlottenburg-Wilmersdorf Müzesi ile Akebi ve Houshamadyan iş birliğiyle gerçekleştirildi. Küratörlüğünü Asuman Kırlangıç’ın üstlendiği bu sergide Tamar Sarkisyan’ın daveti üzerine sergilediğim aile yadigârı kemanın ve fotoğrafların hikâyesini, bu kez gazete sayfalarında okuyucularla paylaşıyoruz.
TAMAR GÜRCİYAN
Mamamın ailesinde geçmişten hikayeler anlatılır. Pek çok Ermeni ailesine kıyasla ailemde hikayelerin daha çok konuşulduğunu düşünürüm. Ancak zaman geçtikçe bilmediğim pek çok şey olduğunu, hikâyelerin bazı boşluklar içerdiğini fark ediyorum. Öğrendikçe daha fazlasını bilmek istiyorum. Ahlatılanları bir araya getirmeye çalışmak, bazen kendimi Gabriel García Márquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanındaki, şifreli bir dilde yazılmış bir kitabın sırrını anlamaya çalışan genç aile üyesi gibi hissettiriyor. Yaşananları anlama ve öğrenme isteği, o hayat tamamen kaybolduğunda ve geri dönülemez bir hâle geldiğinde, üzerinden zaman geçtikten sonra doğuyor.
Bu sergide anlatacağım aile hikâyesini, dedemin bizim eve bıraktığı bir keman sayesinde öğrendim. Kemanın hikâyesi 1940’lardan başlıyor. Eski dünya düzeni ile yeni dünya düzeni arasında sıkışıp kalmış yayam Vartuhi’nin, yıkılmış bir dünyanın külleri içinde büyüyen ama yaşamı sevmekten vazgeçmemiş dedem Ganan’ın bir araya geliş hikâyesi bu.
Yayam Vartuhi ile hiç tanışmadım. Ben doğmadan, 58 yaşında vefat etmiş. Yokluğu ailede hep hissedilmiş. Hatta fiziksel olarak hayatımda hiç var olmamış olsa da benim için varlığı yokluğuyla anlam kazanmış bir anneanne. Vartuhi, Cumhuriyet Kız Enstitüsü’nde okumuş, diplomasını alıp öğretmenlik yapmasına üç ay kala dedem Ganan ile evlendirilmiş. Kendisi dedemle evlenmemek için Ankara’ya kaçıp üniversite okumayı düşünmüş, bu planını açtığı arkadaşı da bunu dedemin ailesine söylemiş. Diploma alamazsa kaçamaz diye düşünülmüş ve böylece bir ömür boyu sevemediği bir adamla evlendirilmiş.
Yayam dedemi tanımadan önce onun kemanını görmüştü. Bir gün, yayamın okuduğu Kız Enstitüsü’nde görev yapan müzik öğretmeni, dedemin bakırcı dükkânına gelerek bir dersinde kullanmak için kemanı ödünç almış. Derste kemanı çaldıktan sonra, “Bu kemanın sahibi bile bu kemanın değerini bilmiyor” demiş. Vartuhi, müzik hocasının bu sözlerini, evlendikten sonra kemanı gördüğünde yeniden hatırlamış ve belki de kendisine uygun olmayan bir adamla evlendirildiğini düşünmüştü.
Yayamın okuduğu dönemde Malatya’da müzik öğretmeninin çalabileceği başka bir keman yok muydu? Malatya’da bir okula gitmemiş olan dedem, nasıl olup da okuma yazma öğrenmiş, üç dil konuşabilmiş ve Varlık Vergisi’ne tabi tutulmasından hemen önce 17-18 yaşında gidip bir keman satın almak istemişti?
Dedem, Ermeni okulunun bulunmadığı Malatya’da, 1915 öncesinde Merzifon Amerikan Koleji’nden mezun olan babası Agop Derhogapyan’dan, evde Ermenice ve Türkçe okuma yazmayı ve matematiği adeta bir okul disipliniyle öğrenmişti. Agop dede, 1915’te Türk bir aile tarafından alıkonulan kuzeninin yalvarmaları üzerine, Der Zor’a sürgün edilen kafileden geri alınmış ve Malatya’da Mengüşoğlu ailesinin evinde saklanmıştı. Eğitimli olduğu fark edilince, ev sahibinin çocuğuna ders vermeye başlamıştı. Ders verdiği çocuk da büyüyünce Türkiye’nin önemli bir felsefecisi olmuş ve yıllar sonra Agop’un torunun kızının İstanbul Üniversite’sinde derslerine girmişti.
Agop dede, Malatya’da, Maryam’ın kızı Maryam ile evlenmişti. Maryam, Der Zor yolunda 5 yaşındaki oğluna su ararken onu kaybetmiş, Der Zor’daki ölü çukurundan ölü taklidi yaparak kurtulmuş ve iki yıl sonra yürüyerek Malatya’ya dönüp komşusuna bıraktığı kızını bir başkası alır ve Türkleştirilir korkusuyla Agop’la evlendirmek istemişti. Bir şekilde mallarının ve mülklerini kaybettikleri Malatya’da sıfırdan hayata tutunmuşlardı.
Vartuhi yayam ile Ganan dedemi bir araya getiren de aslında Agop büyük dedenin kurduğu kemanlı sofralardı. Agop dede, 1915 öncesinde Malatya Ermeni Ortaokulu’nda eğitim görmüş olan, şehrin eski ailelerinden Kirkor Ansurluyan’la sofralar kurar ve bu sofralarda Kör Arekil’i çağırıp ona keman çaldırırlardı. Eski dünyanın eğitimini almış, 1915’ten kurtulan iki yetimin Malatya’nın yeni düzenine doğan çocuklarının neredeyse çok az Ermeni nüfusu olan Malatya’da, birbirleriyle evlendirilmesi çok da şaşırtıcı değildi.
Dedem Ganan da Kör Arekil’i ve babası Agop’un kemanlı sofralarını hatırlayıp kemanı gördüğünde onu satın almıştı. Ama neden çalmasını tam öğrenememiş ya da müzik öğretmeninden ders almamıştı? Dört yıl askerlik yapmış, askerden döndüğünde ise tüm ailesini, kendi deyimiyle, ‘kuru tahtanın üzerinde’ bulmuştu. Babası Agop yaşlı olduğu için Aşkale’ye gidememiş, Varlık Vergisi nedeniyle evlerindeki her şeye el konulmuş, ancak keman bir şekilde fark edilmemişti. Yedi kardeşin en büyüğü olarak gece gündüz çalışmış, ancak bir türlü belini doğrultamamıştı. Tam çalamadığı kemanın bakımını yaparken yüzündeki hüzün de hiç eksilmemişti.
Evlendikten sonra, yayamla kendi aralarında Ermenice konuşsalar da çocuklarına bu dili öğretebilecek ortamı da Malatya’da bulamamışlardı. Ermeni okulunun olmadığı Malatya’da, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının etkisiyle, günlük hayatta dillerini kullanamamışlardı. Yeni düzenin bir parçası olarak artık bu dilin yerini Türkçe almıştı. Ganan dedem, bu nedenle önce kardeşlerini ve sonra oğlunu İstanbul’a Ermenice öğrenmeleri için Tıbravank okuluna göndermişti. Ama kız çocuklarının Türkiye’de aileden uzakta yatılı okutabileceği bir Ermeni okulu yoktu ve bu nedenle Malatya’daki okullarda Türkçe eğitim almışlardı.
Yıllar sonra, ben Ermenice dilini İstanbul’da anadilim olarak değil, yalnızca babaannemden duyduğum bir “babaanne dili” olarak öğrendiğimde, mamamın bu dili neden konuşamadığını bir türlü anlayamamıştım. 1915 öncesinde anne babaları Merzifon Amerikan Koleji, Malatya Ermeni Ortaokulu ve Malatya Ermeni Katolik Kız Okulu’nda eğitim almış bir neslin çocukları, Malatya’da ya eğitim alamamış ya evde eğitim alabilmiş ya da diplomasını bile alamadan evlendirilmişti.
Dedemle yayam, her şeye rağmen birbirlerine uyum sağlayamasalar da birbirlerine tutunmayı başarmışlardı. Dedem, Fransızlardan aldığı radyoda bir dans müziği çaldığında yayamı havalara uçurur, onu ve çocuklarını neşelendirirdi. Yıllar sonra İstanbul’a taşındığında, bisikletin pek kullanılmadığı bu şehirde 'beyaz atım' diye adlandırdığı beyaz bisikletine biner ve bazen beni de arkasına alırdı. Her şeye rağmen hayata meydan okuyan bir neşesi vardı; etraf ne der diye umursamazdı. Vartuhi yayam içinse zamanla etrafın ne dediği daha önemli hale gelmiş, belki de dedemin çocuksu karakteri buna uyum sağlayamamıştı.
Yayam gençken, eski dünyanın düzeninde yetişen ve tüm ailesini kaybetmiş ebeveynlerin yedi çocuğundan biri olarak yeni Türkiye’de günlük hayata evlenerek değil ama okuyarak ve çalışarak tutunmak istemişti. Evlendikten sonra belki daha iyi şartlarda ve kabul gören bir yaşamı olsun istemişti. Yaşayamadığı tam hayatların acısını dört çocuğuna duyduğu büyük sevgiyle bastırmıştı. Son sözleri ise, “Hiç sevemediğim bir adamdan, çok sevdiğim dört çocuğum oldu” olmuştu.
Benim için bu keman, iki dünya arasında sıkışıp kalmış hayatların, eskiyle beraber yeni hayata ayak uydurmaya çalışan bir kadının, imkânları ne olursa olsun hayatta kalan, yaşayan ve yaşamayı seven büyüklerimin bir hatırası oldu. Bu sergiyle, yatağın altında saklı kalmış fotoğrafları ve kemanı gün yüzüne çıkarırken, geçmişin acıları, kayıpları ve unutulmuş hikâyeleri ortaya döküp umuda yaklaşabilmeyi diliyorum.


