Bolşoy’un İstanbul’daki ilk adımları Samed Karagöz
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak duyuru yapıyor.
İstanbul, son yıllarda birçok kültür sanat etkinliğine sahne oldu. Ama bu kez yaşanan bambaşka bir buluşma. Atatürk Kültür Merkezi’nin yüksek kubbesi altında yankılanan müzik, bale tarihinin iki zirve noktasını İstanbul’a taşıdı: Romeo ve Juliet ve Kuğu Gölü. Ve bu büyülü gecelerin ardında dünyanın en köklü sahne kurumlarından biri var:
Bolşoy Tiyatrosu.
İlk kez İstanbul’a gelen Bolşoy, yaklaşık 350 kişilik dev kadrosuyla yalnızca bir sanat topluluğunu değil, adeta bir kültürel mirası şehrin kalbine getirdi.
Bolşoy’un İstanbul buluşması dört temsil üzerinden gerçekleşti. Romeo ve Juliet 26 ve 27 Eylül’de, Kuğu Gölü ise 29 ve 30 Eylül’de sahnelendi. İlk gecelerdeki kadrolar ile ertesi gün sahneye çıkan ekipler farklı. Bu tercih, Bolşoy’un disiplinini ve zengin kadrosunu göstermesi açısından önemli. Çünkü seyirciler yalnızca aynı eserin farklı yorumlarını görme şansına sahip olmuyor; aynı zamanda Bolşoy’un sanatçı çeşitliliğine ve repertuvar zenginliğine de tanıklık ediyor. İstanbul’da bu dört temsil, bale sanatının inceliğini farklı tonlarda parlatan aynalar gibi izleyicinin hafızasında yer ettiğini şimdiden söylemek mümkün.
İlk kez 1940’ta sahnelenen Romeo ve Juliet, Sergey Prokofyev’in ölümsüz müziği ve Leonid Lavrovski’nin tarihe geçen koreografisiyle bale sanatının dramatik yönünü en yoğun biçimde yansıtan eserlerden biri. Verona’nın sokak kavgaları, gençliğin isyanı ve trajedinin sessizliği AKM’nin görkemli atmosferinde yeniden hayat buldu. İstanbul seyircisi, Shakespeare’in evrensel hikâyesini yalnızca bir edebiyat klasiği olarak değil, sahne sanatlarının bütünlüğü içinde yeniden deneyimledi. İlk gösterimde yoğun bir Rus katılımı vardı. AKM girişindeki yönlendirme tabelalarında bile Rusçaya da yer verilmişti. Hatta ünlü milyarder Roman Abramoviç de gösterimdeydi.
Bolşoy’un tarihi aynı zamanda Sovyet balesinin altın çağıyla özdeşleşir. Bu çağ, büyük koreograflar Leonid Lavrovski ve Yuri Grigoroviç’in eserleriyle belleklere kazınmıştır. Lavrovski’nin imzasını taşıyan Romeo ve Juliet de bu dönemin en görkemli örneklerinden biridir. Bugün hâlâ sahnelendiğinde, sadece bir klasik olarak değil, bale tarihinin dönüştürücü bir anı olarak hatırlanır.
Ardından Çaykovski’nin Bolşoy Tiyatrosu için bestelediği, bale tarihine damga vuran Kuğu Gölü. İlk kez 1877’de sahnelenen eser, Küçük Kuğuların Dansı’ndan Siyah Kuğu Odile’in 32 fouetté dönüşüne kadar bale tarihinin simgelerini İstanbul’a taşıdı. Anton Grishanin yönetimindeki Bolşoy Orkestrası, Çaykovski’nin müziğini AKM’nin yüksek tavanlarında yankılatırken, sahne yalnızca bir dans gösterisine değil, bütünlüklü bir estetik deneyime dönüştü. Perde kapanırken sanki arka tarafta ilk gün Romeo ve Juliet sahnelenmesinde şef olarak yer alan, aynı zamanda Bolşoy Tiyatrosu’nun genel müdürlüğünü üstlenen dünyaca ünlü orkestra şefi Valeri Gergiyev’i de gördüm.
Bu temsillerin bir diğer anlamı ise AKM’nin sahne teknolojilerinin ve mekânsal olanaklarının dünya standartlarında olduğunu göstermesi. Bolşoy gibi dev bir topluluğun özgün dekorlarını ve göz alıcı kostümlerini İstanbul’a taşıması, AKM’nin teknik kapasitesinin de uluslararası ölçekte test edilip onaylandığı bir andı. Böylece İstanbul, yalnızca izleyici olarak değil, ev sahibi olarak da dünya sahneleriyle aynı seviyede olduğunu kanıtladı.
İstanbul Kültür Yolu Festivali’nin en önemli anlarından biri olan bu buluşma, aslında kültürler arası bir hafıza aktarımı. Verona’dan Moskova’ya, Moskova’dan İstanbul’a uzanan yol, sanatın sınır tanımadığını bir kez daha hatırlatıyor.
Belki yıllar sonra bu günler hatırlandığında, “Bolşoy ilk kez İstanbul’daydı” diye başlayan cümleler kurulacak. İşte o zaman anlayacağız: Bu buluşma sadece bir festival etkinliği değil, İstanbul’un kolektif hafızasında yankılanacak bir kültürel dönüm noktasıydı.


