Büyük lügat bilginimiz Hüseyin Kâzım Kadri Bey Dursun Gürlek
Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Son devrin çok yönlü ilim adamlarından biri de Hüseyin Kâzım Kadri Bey’di. Tam otuz yıl süren yoğun bir mesâi sonunda Türkçenin en büyük, en geniş kapsamlı sözlüklerinden birini, dört büyük cilt halinde kültür dünyamıza kazandırdı.
Biyografisinden öğrendiğimize göre, o ziraat konusunda da geniş bir bilgiye sahipti. Patates yetiştirmek de dahil, ziraatçiliğin hemen her dalıyla ilgili eserler kaleme aldı. Garazkâr Batılı müsteşriklerin iftiralarına karşı İslam’ı müdafaa eden kitaplar yazdı. Ayrıca bir de Kur’an-ı Kerim meali hazırladı. Servet-i Fünûn mecmuasında çalıştı. Belediye başkanlığının yanı sıra valilik görevinde de bulundu. Köy hayatı ve çiftçilik hakkında yeni yeni projelere imza attı. İttihat ve Terakki döneminde siyasi faaliyetlerde de bulundu. Bir ara sürgüne de gönderildi. Ticaret hayatına da ilgisiz kalmadı. Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit Yalçın ile birlikte Yeni Zelanda’ya yerleşmeyi bile düşündü.
Mütecessis ve mütefekkir bir şahsiyete sahip olan ve bu özellikleri dolayısıyla ulema arasında takdir gören Hüseyin Kâzım Kadri Bey’in diğer hususiyetlerinden de bahsetmeden önce – isterseniz - kıymetli kütüphanesini bağışlama isteğiyle ilgili garip ve düşündürücü bir anekdota yer verelim.
İlim irfan tarihimize son derece değerli eserler kazandıran merhum Osman Nuri Ergin’in, “Hüseyin Kâzım Kadri ve İnsan Hakları Beyannamesi’nin İslam Hukukuna Göre İzahı” adıyla kaleme aldığı eserindeki bilgilere göre, merhum hayattayken kütüphanesini bağışlamak ister. Bu maksatla 12.6.1932 tarihinde hayli değerli olan eserlerini dolaplarıyla birlikte arabaya yerleştirir. Beylerbeyi’ndeki evinden bizzat Üsküdar’a götürür ve Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ne teslim eder. Eserler sayı itibariyle fazla olmamakla beraber kalite ve keyfiyet bakımından son derece değerlidir. Bunların çoğunu, Büyük Türk Lügati’ni hazırlarken faydalandığı çeşitli kâmus ve ansiklopediler teşkil etmektedir.
Bütün bu eserleri büyükçe bir sandığa dolduran Hüseyin Kâzım Kadri Bey, sandığı mühürledikten sonra tuhaf bir teşebbüste bulunur. Emaneti kütüphanenin müdürü Ahmet Remzi Dede’ye teslim ederken, küçük bir tenekenin içinde bir miktar petrol gazını da kendisine verir ve şöyle der: “Ben öldükten sonra gelip bu kitapları senden isteyeceklerdir. Böyle bir durum söz konusu olursa şu gazı kitapların üzerinde dök ve hemen yak.” Ancak aradan bir ay geçtikten sonra merhum, tekrar kütüphaneye gelir, “Sen memursun, bu dediğimi yapamazsın” diyerek sandığı geri alır.
Sonra ne oldu, kitapların başına ne geldi, onu Osman Nuri Bey de açıklamıyor, ben de bilmiyorum. Genel olarak söylemek gerekirse, büyük zatların birçoğunun başı kitaplarıyla, kütüphanesiyle derttedir. Nice kıymetli kitaplar sahibinin ölümünden sonra, kadir kıymet bilmez verese tarafından çar çur edilmiş ve onları bir an önce elden ve evden çıkarmak için mezbûhâne gayretler sergilenmiştir.
Sadede gelelim, Hüseyin Kâzım Kadri Bey, Büyük Türk Lügati’ni daha basılmadan önce – eskilerin ifadesiyle kisve-i tab’a bürünmeden evvel – konusunda uzman birçok bilgine okuttu. Bu dev eserde Osmanlı Türkçesinde kullanılan bütün Türkçe, Arapça ve Fransızca kelimelerle Türk dillerinin Uygur, Çağatay, Âzeri, Yakut, Altay, Çuvaş, Kırgız lehçelerinin lügatleri, bütün şahitleri ve misalleriyle gösterilmektedir. Müellifimiz, böyle muazzam ve muhalled bir lügati Türk kültürüne kazandırmak için 1898 yılında, babası Trabzon valisi iken bütün Kafkasya’yı dolaştı, oralardaki Türk lehçeleriyle ilgili araştırmalar yaptı. 1912’de Selanik valiliğinden ayrıldığı zaman Beyrut’a çekildi. Önce orada, daha sonra da İstanbul’da eserini tamamladı.
Lügatin birinci ve ikinci cildi, yazarı hayattayken Milli Eğitim Bakanlığınca yayımlandı. Her iki cilt de Arap harfleriyle basıldı. Latin harflerinin kabul edilmesinden sonra diğer ciltlerinin de Arap harfleriyle basılmasını ısrarla istiyordu. Ancak hükümet yetkilileri buna asla yanaşmıyordu. Hayatının son yıllarında kendisini en çok üzen hadise işte bu kör inattır. Esefle belirtelim ki, her bir cildi dokuz yüz sayfayı geçen bu dört ciltlik külliyat harf inkılabının araya girmesiyle ortadan ikiye bölündü. Yarısı Arap harfleriyle, diğer yarısı Lâtin harfleriyle neşredildi.
Yine teessüfle ifade edelim ki, harf inkılabından sonra hayal kırıklığına uğrayan sadece Hüseyin Kâzım Kadri Bey değildi. Şiddetle esen muhalif rüzgârların yahut sam yellerinin ortalığı toz duman ettiği günlerde dini eserlere, Arapça ve Osmanlıca kitaplara âdeta savaş açıldı. Ulemâmızın bin zahmetle hazırladığı bu eserleri imha etmek için her çareye baş vuruldu. Bu feci manzara karşısında çok zor durumda kalan âlimlerin bir kısmı yeni tarza intibak edebilmek için ter döktüler. Bir bölümü ise, kûşe-i uzlete çekilmeyi tercih etti. Bu bahis kitaplık çapta olduğu için kısa kesip yine konumuza dönelim.
Hüseyin Kâzım Kadri Bey, lügatinin son iki cildinin de Arap harfleriyle yayımlanması için bir çok teşebbüste bulundu. Hatta Başbakan İsmet İnönü’ye müteaddit mektuplar yazdı Türk Dil Kurumu Umumi Kâtip Vekili Celal Sahir ile kendi arasındaki mektuplaşmaların konusu da – keza – bu lügatın kalan ciltlerinin de aynı harflerle basılmasıyla ilgilidir. Neticede, Büyük Türk Lügati’nin “sin” harfine kadar olan kısmı Arap harfleriyle, diğer bölümü ise Lâtin harfleriyle neşredildi.
Müellifimiz, ilk iki cilt için Milli Eğitim Bakanlığı’nca verilen 2000 liralık te’lif hakkını, eser daha ucuz bir fiyata satılsın diye almadı. Son ciltler için vârislerinin de Dil Kurumu’ndan herhangi bir ücret almadığı tahmin ediliyor.
Mehmet Âkif’in aziz dostlarından biri de işte bu Hüseyin Kâzım Kadri Bey’di. Nitekim Eşref Edip Bey, Âkif’le ilgili kitabında sözü, bahsini ettiğimiz lügate getirip şöyle diyor:
“Hüseyin Kâzım’ın ‘Büyük Türk Lügati’ hakkındaki şâyân-ı hayret mesaisinden üstad her zaman ve her yerde büyük takdirle bahsederdi. Otuz senelik muazzam bir tetebbu’ neticesinde vücuda gelmiş muazzam bir eser. Eski harflerle yalnız iki cildi neşrolundu. Bütün Türk şive ve lehçelerini hâvi. Dört defa yeni baştan tensik ve tahrir edilmiş. İnci gibi sıralanıp mahfazalara konulmuş, sandıklara yerleştirilmiş. Ne büyük azim! Üstad, bu eseri ve bu azmi çok takdir ederdi. Bu esere üstadın çok yardımı olmuştur.”
Bu yazıyı, Abdülaziz Mecdi Tolun’un, merhumun ölümünden sonra kaleme aldığı uzun ve enfes mersiyenin son beytiyle bitirelim:
Bakıp ahlâkına, ef’âline Mecdi, derim her an
Onun elbet makâmı, fevzâ-i rıdvân-ı Rahmân’dır.


