Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’sinden anekdotlar Dursun Gürlek
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Ziya Nur ismiyle ben ilk defa lise yıllarında, Tokat İmam Hatip Okulu’nda okurken karşılaşmıştım. “Tarihçe-i Hayat”ta gördüğüm bu isim, belli ki önemli bir şahsiyet olduğu için böyle bir esere alınmıştı. Onun hakkında bundan başka hiçbir bilgim yoktu. Hukuk Fakültesinde okuyan bu gencin Ziya Nur Aksun olduğunu yıllar sonra öğrendim. Yine aradan epey zaman geçince bizzat kendisiyle de tanışma imkânını buldum ve bu tanışıklığı Rahmet-i Rahman’a kavuşuncaya kadar sürdürmeye çalıştım.
Bu bilge tarihçimizin evine de ilk defa merhum Mehmet Niyazi Özdemir ağabeyimizle gittim. Her yıl hem Ramazan Bayramı’nda hem Kurban Bayramı’nda devam eden ziyaretlerimiz böyle başladı. Tabii bu arada eserlerini de büyük bir merakla okuyordum. Çok önemli ilaveler yapmak suretiyle daha mükemmel bir hale getirdiği Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin “İslam Tarihi”ni defalarca hatmettim. Söylemeden geçemeyeceğim, “Müellif ve Eser Hakkında Birkaç Söz” başlığıyla kaleme aldığı mukaddime bu eserin tamamını bir an önce okumak için sizi adeta zorluyor. Müverrihimiz bu takdim yazısını şu iki cümleyle bitiriyor:
“Bu kitabın hazırlanmasında ve sadeleştirilmesinde emeği geçen, kıymetli idealist ve mütetebbi bir tetkikçi olan Ahmet Yücel Bey kardeşimizin hatırasını minnetle anar, ruh-i muazzezine Fatiha’lar göndeririz. Müellif hakkında yazdığımız bu kısımda bilhassa onun yaptığı tetkikten faydalandık.”
Yine belirtmek ihtiyacı duyuyorum; Ahmet E. Yücel, nâm-ı diğer Zaptiye Ahmet hakkında “Cumhuriyet Devrinde Bir Osmanlı Akıncısı” üst başlığıyla hazırladığım kitabın ilham kaynağı da işte bu Ziya Nur-Ahmet Yücel dostluğudur. Bu kıymetli tarihçimiz hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmek isteyen okuyucularımızın Marifet Yayınları arasında neşredilen “Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun” adlı kitabı okumaları gerekiyor.
Merhumun bahsini ettiğimiz kitabının dışında başka eserleri de bulunuyor. Altı ciltlik Osmanlı Tarihi ve Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si defalarca okunması icap eden önemli çalışmalardır. İsterseniz bu sonuncusundan, Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’sinden bir nakilde bulunalım ve Osmanlı devlet adamlarından birçoğunun ne kadar vatansever ve hamiyetperver olduklarını gözler önüne sermiş olalım:
“Fena Fi’d-Devle tabirini, Osmanlı Tarihini okurken padişahların, vüzeranın ve rical-i devletin etvar ve hareketlerine hayranlığımın neticesi olarak ilk defa benim hatırıma gelmişti. Adamlar devletle o kadar haşır neşir olmuşlar; onu o kadar mukaddes görüyorlardı ki, onların bu hallerini ancak tasavvuftaki ‘fenâ fillah’ tabiriyle izah etmenin imkânı vardı. Bu sebeple onların ruhi hallerini ve fikri idraklerini “fenâ fi’d-Devle ve’l-Mille” tabiriyle tavsif etmiştim.
Sonra bazı Osmanlı müelliflerinin bu tabiri kullandıklarını görmüştüm. Mesela Cevdet Paşa, bir hususi mecliste Fuad Paşa’nın Âli Paşa’ya, ‘Sizin yanınızda Köprülü paşalar filan nedir?’ cinsinden müdahalelerde bulunmuş, buna dayanamayan vak’anüvis: “Köprülü fena fiddevle olmuş bir adamdı. Rükua varmış devleti ayağa kaldırmaya hasr-ı efkâr etti, muvaffak da oldu. Şimdi de böyle fedakâr bir vezir olsa bu devleti ihya eder. Siz ondan daha fazla malumatlısınız. Lakin bahçe tanzim etmek, yakınlarınızı kayırmak gibi işlerle meşgulsünüz” cevabını vermişti.
Bunu kendisine nakletmiştim. Bu mevzuda çok kafa yormuş, büyük ve üstün izah ve terkiplere varmış bir adam olduğu için, aradığı şeye bir cevap bulmuş gibi sevinmişti. Çok sür’atli çalışan muhakeme mekanizmasının imal ettiği fikirleri, en güzel kelime ve cümle kalıplarına dökmek için, gözlerini sabit bir noktaya dikerek konuşmaya başlamıştı. Düşünerek konuşurken daima böyle yapar; ya sigaradan bir nefes çekerek, mütefekkirâne bir eda ile üfler veya masaya iki dirseğini koyarak, öne eğilir; ellerini çene hizasında tutarak, müfekkiresinin imal ettiği fikirleri yakalamak ister gibi bir hal alırdı. Bu esnada kaşları hafifçe çatılır, dudakları kendine has, fakat tatlı ve hafif bir baş hareketiyle açılırdı. Ayası geniş ellerinin, oldukça kısa ve dolgun parmaklarını sanki fikri davet ediyormuş gibi, yukarı doğru açar ve arada bir bükerdi. Yine öyle yaptı.
‘Evet’ dedi. ‘Merzifonlu’nun idam emrini getiren Bostancıbaşı ile yanındaki cellada karşı tavrı nedir? Padişahın kendisini azlettiği hakkındaki hat geldiği zaman, Paşa, Belgrad Paşa Sarayında öğle namazını kılmaktadır. Mağlup olan her vezir gibi, âkıbetinin ne olacağını bilmektedir. Bostancıyı almış, kabul etmiş, sunduğu fermanı öpüp başına koymuş ve okumuştur. Haberciye, hakkında azilden başka bir emr-i padişahi bulunup bulunmadığını sormuş ve ‘Beli sultanım’ cevabını almıştır. Bunun üzerine abdest tazeleyerek iki rekât namaz kılmış; vücudunun toprağa düşmesini temin için yerdeki haliçeyi kaldırmış, kıbleye dönerek cellatlara ‘Şöyle bir hoşça tutun’ demiş, Kelime-i Şehadet getirerek ruhunu teslim etmiştir.
‘Onun sâkit ve sâmit, fakat dindârâne ve vakurâne bir huşu ile teslim-i can edişi, devlete ve padişaha karşı duyulan hudutsuz itaatin ne asil bir tezahürüdür. Osmanlı kudretinin o akıl almaz büyüklüğünün istinat ettiği manevi temel devlet idrakinde ulaştıkları, şu erişilmez merhaledir.’
‘Ya o Budin Beylerbeyi 80’lik vezir Uzun İbrahim Paşa’nın hareketine ne buyurulur? Kurulan Harp Divanı’nda Viyana Seferi’ne itiraz etmiş: ‘Evvela Yanık gibi etraf kaleleri düşürelim, bilahare ve gelecek sene muhasaraya girişelim; fakat yine siz bilirsiniz’ diye fikrini söylemiştir. Bilahare mağlup olununca, sadrazam onun idamına karar vermiştir. Buna bazı hataları da sebep olmuştur. İdam edilmeden Sultan’a bir mektup yazmış, bigünah olarak gittiğini, Sadrazamın kendisine gadrettiğini bildirmiş; fakat ‘Zinhar, padişahım, ona kıymayınız, devleti bu bâdireden kurtaracak yine odur, yeri doldurulamaz bir vezirdir’ demişti. Bu ne büyüklüktür… Adam gadren öldürüldüğünü söylüyor, Merzifonlu’ya düşman olması lazım. Belki de düşman. Fakat önce devleti düşünüyor; onu giriftar olduğu badireden kurtaracak adam ise ancak kendi düşmanı. Fakat onun için en büyük şey devlet… işte bunun için Padişah’a ‘Zinhar ona kıyma’ diyor.
Hammer, bu vak’a için ‘Roma’da bile görülmez’ diyor. Nerede görülür ki!.. Adamlar ölürken bile devleti düşünüyorlar, onunla dopdolular. Zaten devlete ne kadar canla, başla hizmet ederlerse, İlahi rızaya o kadar fazla nâil olacaklarına kâniler.
İşte ‘fenâ fi’d-devle’ denilen adamlar bunlar.
Ya Tiryaki Hasan Paşa! Altı ile sekiz bin kişilik bir kuvvetle Kanije’yi müdafaa ediyor. 80 bin kişilik Nemçe ordusunu türlü türlü hilelerle yeniyor. Büyük bir muvaffakiyet. Kendisini takdir eden Padişah, ona hatt-ı hümayunla vezirlik görevi veriyor. Adam, bu durum karşısında hüngür hüngür ağlıyor. Bunun da sebebi, an’anede böyle bir iş için Hatt-ı Hümayun’la vezaret tevcihi olmaması. ‘Bizim yaptığımız nedir? Haçlı donanmasını yenen Piyale Paşa’ya Hatt-ı Hümayun’la vezaret tevcih edilmedi. Biz kim oluyoruz ki, böyle bir tevcihe layık olalım. Halife-i İslam’ın Hatt-ı Hümayun’u cüz’i hizmetlere mükâfat olmaya başladı. Buna teessür etmeyeyim de ne edeyim. Devlet bu kadar düştü mü?’ diyor. Adamın üzülmesi ve ağlaması, devleti dünyadaki her şeyden çok daha aziz görmesi yüzünden. Nitekim Faizi Efendi: ‘Merhumun şân-ı saltanatta o derece riayeti var idi ki devletin taltiflerini kendi nefsinden bile kıskanırdı’ diyor.
Osmanlı tarihinde bu misaller o kadar çok ki nereye elini atsan böyle yüksek bir devlet şuuru görüyorsun. Bu vasıf; on sekizinci asra kadar gelen ricalde çok daha belirgin. Başta padişahlar olmak üzere sadrıazamlar, şeyhülislamlar gaza ile meşgul bütün ecdadımız, hemen hemen aynı telakkide, ‘devlette fani olmuş’ onda erimiş adamlar hüviyetinde. Mesela Murad Hüdavendigâr’ın, Allah’tan zafer ve şehadet isteyişi, Fatih’in, ayaklarında zahmet olduğu ve yürüyemediği halde, ölüm yolculuğu olan son seferine çıkışı, Kânûnî’nin, Allah’a ‘Yâ Rabbi, nezdinde husul bulmadık recam, kabul edilmedik duam olmadı, şehadet isterim’ diye yalvararak Zigetvar’a gidişi, İkinci Mustafa’nın Theiss suyunda ordunun mağlup oluşu üzerine âdeta şok geçirip birkaç gün konuşamaması, İkinci Süleyman’ın kımıldayamayacak derecede hasta olduğu halde, rical-i devletçe münasip görüldüğü için Edirne’ye ve mutlak bir ölüme gidişi, Birinci Abdülhamid’in Özi Kalesi’nin düşüşü üzerine nüzul isabetinden vefat etmesi…Hep böyle yüksek devlet idrakinin tezahürleri…’
Bu sözler onun çok yüksek olan tarih kültürüne ve buna istinad eden milli telakkisine ve üstün devlet şuuruna da ışık tutmaktadır.”
Allah’ın rahmeti Dündar Taşer’in, Ziya Nur’un ve bu yazıda isimleri geçen Osmanlı devlet ricalinin üzerine olsun.!


