Dindarlık kavramı Ömer Türker
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak haber yayımlıyor.
Türkçede anlam daralmasına uğrayan kelimelerden biri dindarlık kelimesidir. Bu kelimenin Türkçede kullanılmaya başlaması oldukça eskiye dayanıyor. Nişanyan sözlüğüne göre kelime Farsçadan Türkçeye geçmiş. Orta Farsçada “din sahibi” anlamına gelen “dîndâr” kelimesinin 900 yılında önceki Türkçe kaynaklarda “mani rahibi” anlamında kullanıldığı tespit edilmiş. Fakat Dânişmendnâme’de (1360) “Gayet dindar, sâlih ve âlim bir kişi idi” dizesinde bugün kullandığımız anlamda kullanılmış.
Türkçede aynı anlamda kullanılan bir diğer kelime, Arapçadan dilimize geçen “mütedeyyin” lafzıdır. Bu kelimenin, dindar kelimesinden biraz farklı bir iması vardır. Dindar kelimesi, dinin sahibi anlamına gelirken mütedeyyin, dini zorlama, çaba ve gayretle yaşayan kimse demektir. Eğer bu imayı dikkate alarak anlayacak olursak mütedeyyin, dini yaşama çabasındaki kişi demektir. Kelimenin dindarlık’a karşı gelecek şekilde mastar hali ise “tedeyyün” lafzıdır.
Her ne kadar köken tahlillerine girdiğimizde aralarında ince farklar bulunsa da iki kelime de Türkçede daha ziyade katmanlı bir dinî yaşantıyı ifade edecek şekilde kullanılır. İster dinî inanç ve hayat hakkında eğitim görmüş veya derinlemesine tefekkür etmeye imkân bulmuş olsunlar isterse sadece kendi tecrübe ve gözleminden hareket etsinler genel olarak insanlar dini yaşamanın muhtelif seviyelerine dair açık bir bilince sahiptir. Yani neredeyse herkes dindarlık veya tedeyyünün kendi içinde farklı seviyeler barındıran katmanlı bir durum olduğunu bilir. Kimi durumlarda görünür olandan öteye geçemez. Kimi durumlarda görünmez ama şahsın derununda derin bir Allah’a yöneliş olabilir. Kimi durumlarda görünen ile görünmeyen örtüşür. Biz insanların zihin ve kalplerine nüfuz edemediğimiz için ekseriyetle dindarlığı fiil ve tavırlara yansıyan yönleriyle takdir ederiz. Fakat aynı zamanda fiil ve tavırların kişinin inanç ve niyetleriyle her zaman uyumlu olmadığını da biliriz. Bu bağlamda her dinin ve mezhebin farklı seviyeleriyle dindarları olabilir. Yine de dindarlık kapsamına giren fiil ve tavırlara sahip kimseleri dindar olarak niteleriz.
Özellikle dinî yaşantının irtifa kaybettiği dönemlerde dindarlık genel olarak yozlaşmaya maruz kaldığından bir takım görünür fiil ve tavırlara indirgenir. Türkiye’de de epeydir böyle bir durum hâkim oldu. Dindar deyince aklımıza namaz kılan insanlar geliyor. Namazın bir dindarlık alameti olduğu doğru ama dindarlığın namaz kılmaya indirgenmesi bir zihin daralmasından kaynaklanıyor. Meseleyi doğru kavramak için şu soruyu sormamız gerekir: Kelimenin hakiki anlamıyla dindar kimdir? İslam dini açısından bunun bütün Müslümanlarca kabul edilen tek bir ortak cevabı vardır: Hz. Muhammed (sav). Dini tebliğ eden ve ihtilafa mahal vermeyecek şekilde yaşantısıyla temsil eden kişi bizzat bu dinin peygamberidir. Pekâlâ, Hz. Peygamber’de dindarlık neyi ifade eder?
İslam’ın biri inançlar diğeri o inançların gereği ve uzantısı olan fiiller olmak üzere iki yüzü vardır. Hz. Peygamber’de inanç ve davranışlar arasında tam bir uyum görünür. İnançlar da davranışlar da kendi derinliğini taşır. Yani Hz. Peygamber’in inançları taklit seviyesinde olmadığı gibi davranışları mecazın muhtelif basamaklarında bulunmaz. Hz. Peygamber “Allah vardır ve birdir” dediğinde onun kalbinde, aklında veya zihninde Allah’ın varlığı ve birliğine dair aksi alınamayacak bir kesinlik var demektir. Aynı durum meleklere ve ahirete iman gibi diğer inanç esasları için de geçerlidir. Yine Hz. Peygamber infak etmişse yaptığı eylem gerçekten infaktır. Namaz kılmışsa, oruç tutmuşsa yaptığı eylem gerçekten namaz veya oruçtur. Dolayısıyla Hz. Peygamber sadece inançlarda değil, amellerde de tahkik sahibidir. Onun Allah’a, meleklere veya ahirete dair bilgisi mecaz, istiare, kinaye olmadığı gibi namazı, orucu veya haccı da mecaz, istiare veya kinaye değildir.
Bunun anlamı şudur: Hz. Peygamber şirkten arınmış bir inanç ve ameller bütününü temsil eder. Sahabe nesli de dahil olmak üzere İslam ümmetinin sâlih âlimleri, ârifleri, hakimleri, pirleri, evliyası, asfiyası, elinden geldiğince dini yaşamaya gayret eden mensupları ve günahkarlarının tamamı, Hz. Peygamber’e yaklaştığı, onunla aynileştiği ölçüde dindarlığı temsil eder; uzaklaştığı ölçüde de dindarlığında anlam yitimine maruz kalır. Uzaklaşmanın ise bir sınırı vardır. İslam, kelime-i şehadeti bu sınırın alameti kılmıştır. Şayet Hz. Peygamber’in inanç ve davranış boyutuyla temsil ettiği dindarlığı bir dairenin noktası olarak düşünürsek bu dairenin çevresi kelime-i şehadettir. Bir kimse Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in (sav) Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna gönülden şahitlik eserse mümin kabul edilir. Dairenin merkezinden çevresine doğru gidildikçe Hz. Peygamber’in temsil ettiği bütünlükten kısmi uzaklaşmalar olur. Uzaklaşmalar aslında farkında olarak veya olmayarak kişinin şirke düştüğü durumlardır. Hz. Peygamber riyanın gizli şirk olduğunu söyleyerek bu duruma işaret etmiştir. Fakat dinin sahibi, kelime-i şehadet dairesi içinde kalan şirkleri, şer’an mazur kabul etmiş ve kişinin mümin olarak adlandırılmasına müsamaha göstermiştir. Bu sebeple kelime-i şehadet, bir rahmet dairesidir. Fakat bu, uzaklaşmanın dinen hiçbir sonucu olmadığı anlamına gelmez. Uzaklaşmanın en doğrudan sonucu, zaten kişinin Allah resulüne, dolayısıyla da Allah’a yakınlıktan mahrumiyetidir. Burada Allah’a yakınlık hem idrak hem de ahlâkı içerir. Yani kişi yaklaştığı ölçüde idraki derinleştiği gibi davranışları da hakikileşir. Aynı şekilde uzaklaştığı ölçüde idrak ve davranışları derinlik ve hakikilik yitimine uğrar. Bu, kişinin cezasını kendi kestiği bir akıl ve irade sınamasıdır.
Şu halde dindarlık yahut tedeyyün ne sade bir yönelişe ve zihin haline ne de tanımlanmış bir takım davranışlara indirgenebilir. Hz. Peygamber’in temsil ettiği bütünlük dindarlığın mahiyetini, muhtevasını ve münderecatını oluşturur. Kavramı daralttığımız ölçüde sadece dine haksızlık etmiş olmayız aynı zamanda kendimize de zulmetmiş oluruz.

