Fâtih Sultan Mehmed Notaras’ı ziyârete gidince Dursun Gürlek
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi paylaşıyor.
Cömertlik sadece parayla veya eşya ile kendini gösteren bir özellik ve güzellik değildir. İnsanın maddi varlığının dışında, manevi paylaşımlarda bulunması da ayrı bir sehâvet olarak kendini göstermektedir. Fazla malım mülküm olmadığına göre bendeniz gâliba bu ikinci sınıfa giriyorum. Öğünmek gibi olmasın ama ilim mücevherlerini sayfalarının arasında muhafaza eden kitapların, risâlelerin ve diğer bir takım mevkûtenin sayfalarını çevirirken karşılaştığım ilgi çekici notları, bilgi verici anekdotları, ibretlik sahneleri okuyucularımla paylaşmaktan – doğrusu – büyük bir zevk alıyorum. Malum ya, birlikte yenilen yemeğin lezzeti daha da ziyadeleştiği gibi, mânevi ziyafet anlamına gelen ilim, irfan paylaşımı da dostlar arasındaki muhabbeti iyice takviye eder.
Bu kısa mukaddimeyi, sözü cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmet Han hazretlerine ve onun düşmanları tarafından bile tasdik ve takdir edilen meziyetlerine getirmek için yaptım. Bir sütunluk yazıyla böyle bir dehânın dâhiliğini anlatmak mümkün müdür, diye soracağınızı biliyorum. Ama unutmayalım ki, bir bardak su da koca bir denize delalet ve işaret eder. Sözü daha fazla uzatmadan önceliği Süheyl Ünver’e vermek istiyorum.
Merhum hocamız ve üstadımız, 29 Mayıs 1953 tarihli Ulus gazetesinin fetih ilavesinde yayımladığı bir yazıda Fatih devrinde uygulanan adalet sistemini ve bunun çarpıcı bir örneğini şöyle anlatıyor:
Fatih Sultan Mehmet fethi müteakip bir gün şehirde dolaşırken bir yerden bir inilti geldiğini duyuyor. Etrafındakiler hemen arayışa geçip bir mahzenden iki papazı, gizlendikleri bu yerden çıkarıyorlar. Her ikisinin de kılığı kıyafeti pejmürde bir haldedir. Niçin gizlendiklerini sorunca papazlar şöyle diyor: Biz Konstantin’e, sen adaleti uygulamıyorsun, böyle giderse memleket mahvolacak dedik,
o da kızdı ve bizi hapsetti. Demek, sizler şehri almışsınız.
Onlara serbestsiniz denildi. Bizi yine yerimize götürün, biz oradan memnunuz. Adaletin uygulanmadığı bir dünyada ne yapalım, mütalaasında bulundular. Bu durumu Fatih’e anlattılar, o da kendileriyle konuşmak istedi. Papazları temizleyip huzura
çıkardılar. Fatih:
- Öyleyse memleketimi dolaşın. Bir adaletsizlikle karşılaşırsanız haber veriniz, buyurdu.
İki papaz, Bursa’ya gitme kararı aldı. Şehre varınca bir an ‘Ne yapalım, ne edelim’ diye düşünmeye başladılar. Neticede herhangi bir mahkemeye gidip bir dâvâ dinleyelim, dediler. Mahkemede şöyle bir dâvâ görülüyordu:
Bir adam, satın aldığı atın solugan (hasta) olduğunu görüp, hâkime gelir ve bu satışı boz demek ister. Ancak hâkim o gün makamında değildir. Dönüp geldiğinde atı ölmüş bulur. Lakin adam, at satandan dâvâcıdır. Zira satacağı at hakkında eski sahibi, solugan değildir diye söylememiştir. Hâkim şöyle karar verir:
- Dün makamımda bulunsaydım bu satışı geçersiz kılacaktım. Mademki dönüşte atı ölmüş buldum, o halde suç benimdir. Ben tazmin edeceğim diye ölen atın bedelini yeni sahibine verir. İki papaz, bu manzara karşısında büyük bir hayrete kapılır.
Papazlar bir de İznik’e gidelim, derler. Orada da bir mahkemeye gidip, görülmekte olan dâvâyı dinlemeye karar verirler. Dâvâ şudur:
Birisi, diğerine bir tarla satar. Alan adam, tarlayı sürerken bir küp içinde define bulur. Bunu satın aldığı eski sahibine götürür. Lakin o kişi bunu almayı reddeder. Ben sana tarlayı altınla birlikte sattım, o da senindir, cevabını verdi. Lakin adamın ben yalnız toprağı aldım, oradan çıkan şey her neyse sana aittir demesiyle aralarında anlaşmazlık çıkar ve bunun halledilmesi için mahkemeye baş vururlar. Hâkim, neticede eski sahibinin istememesine rağmen defineyi ikiye taksim ederek dâvâyı halleder.
Papazlar, yeteri kadar fikir edinince, bu kadarı kâfi deyip İstanbul’a dönerler, huzura çıkarak Fatih’e şöyle derler:
- Senin memleketinde bugünkü adaletin pâyidar olduğu sürece ülken daima yükselmeye devam edecektir.
Bugünlerde Kemal Tahir’in notlarını içine alan bir kitabını okuyorum. Yine Fatih’i konu alan şöyle çarpıcı bir tesbite rastladım. Yabancı bir yazar, Fatih’ten ve ülkesindeki can güvenliğinden şu cümlelerle söz ediyor:
“Bir kişi sanatında üstadsa elbette onu getirtip aylığa bağlardı. Gezmek için atına binse yolda rastladığı yoksullara donatım bağışlardı. İstanbul yoksullarından olup da parasını yemeyen yok gibiydi. Çok kasıntılı olduğu halde, dervişlere karşı alçak gönüllüydü. Şairleri severdi. Kendisinde nikris illeti olduğundan tabiplere çok saygı gösterirdi. Hatta hekim Yakup’u vezir yapmıştı. Siyasette öyle sertti ki bir kişi, başka bir kişinin zerresini alsa onu hemen öldürtürdü. Zinayı hiç sevmezdi. Böylece zinanın kökünü kazımıştı. Herkes onun korkusundan kan işerdi. Çağında yol kesmenin adı unutulmuştu. Hatta bir kadın, bir tepsi altını başına koyup ülkeyi dolaşsa hiç kimsenin haddi değildi ki, dönüp bakabile…”
Yine bir yabancı bir yazardan, çarpıcı bir nakilde bulunacağım:
“Tours’da 1857 yılında basılan Derniers de Byzance adlı eserinde L. Todiere, Fatih’in meziyetlerini şöyle anlatmaktadır:
İstanbul’un sukûtunun (düşüşünün) ertesi günü,
30 Mayıs Çarşamba… Bizans İmparatorluğu’nun son büyük dükü Notaras’ın şehirdeki sarayında ikâmetine Sultan Fatih müsaade etmişti.
30 Mayıs Çarşamba günü Fatih, ikemetgâhında Notaras’ı ziyaret etti. Esasen bir gün evvel, yani 29 Mayıs Salı günü de Notaras’a, Sultan iltifatlarını esirgememiş, kendisine karısına ve çocuklarından her birine mühim miktarda hediyeler de vermişti. Buna karşılık olmak üzere de Notaras, Fatih’e büyük memurların ve saray erkânının bir listesini takdim etmişti.
Sultan, dükün evine gidince, hasta olan karısını yatağında ziyaret edip elini öptü. Fatih, onu teselli etmek için, bir evlat hürmetinin icap ettirdiği en güzel cümleleri söyledi:
- Anne! Sabahınız hayırlı olsun. Olan biten şeylerden dolayı üzülmemenizi istirham ederim. Allah’ın emirlerine itaatten başka yapılacak bir şey yoktur. Ben size kaybettiklerinizden pek fazlasını verebilirim. Siz yalnız iyi olmaya, iâde-i âfiyete bakın, dedi.
Sultan, Amiral Lucas Notaras’a her tarafı dolduran cesetleri göstererek: ‘Bak, Notaras demişti. Şu ceset parçalarına, şu esirlere bak. Eğer şehri bana teslim etmiş olsaydın bütün bu felaketler olmayacaktı. Notaras, başını eğdi ve şu cevabı verdi:
- Haşmetli Efendim, şehri teslim etmek ne benim elimdeydi ne de İmparatorun elinde bulunuyordu. Bâhusus ki, müdafaaya devam etmek için İmparator mektuplar da alıyordu.
Sultan bu söz üzerine Halil Paşa’yı düşündü, fakat bir şey söylemedi.
Sultan evlerini bırakıp oraya buraya kaçmış ve saklanmış halkın yerlerine dönmelerini, işlerini ve güçleriyle meşgul olmalarını, kendilerine hiçbir şey yapılmayacağını, din ve âdetlerinin muhafaza olunacağını ilan ettirdi.”
Bu bahsi camiamızın önemli bir ismiyle kapatalım. Takdirkârlarının Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi diye tavsif ettikleri merhum Ekrem Hakkı Ayverdi, kendisiyle yapılan bir röportajı şu cümlelerle bitiriyor:
“Askeri fütûhatın temelinde İlây-ı Kelîmetullah vardır. Diğerleri vasıtadır, teferruattır. Batı ile mukayesesinde görürüz ki, Osmanlı, ilahi bir niyet taşımaktadır. Toprak alma bir vasıtadır. Ama Batı maddecidir. Her zaman öyle olmuştur. İlây-ı Kelîmetullahı esas alan bir düşüncenin medeniyetinde başka bir gaye aramak mümkün olamaz.
Dünyada tek gerçek vardır; İslamiyet!
İşte fütûhatın sebebi…Gerisi teferruat.
Konuyu, Abdülhak Hâmid’in “Merkad-i Fatih’i Ziyaret” başlıkla hârika şiirinin şu ilk beytiyle bitirelim:
Her kûşesinde dehrin nâm-ı bekâ-nisârın
Şâyestedir denilse âlem senin mezârın


