Gelenek içinde kalarak yenilenme Ömer Türker
Yenisafak sayfasından alınan bilgilere göre, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Gelenekler su gibidir. İçerden bir hareket olmadığı yahut dışardan beslenmediğinde zamanla kokuşmaya maruz kalır. Gerek iç gerek dış saiklerle yenilenmenin de tek bir yolu ve tarzı yoktur. Birbirine benzer yenilenmeler olabildiği gibi birbirinden farklı, birbirini yadırgayan, yadsıyan hatta birbiriyle mücadele eden yenilenme biçimleri vardır. İslam tarihi yenilenmenin neredeyse bütün biçimlerine şahitlik eder. Bazı yenileme teklif ve teşebbüsleri başlangıçta yadırganmış ve yadsınmış ama süreç içinde geniş bir kabule mazhar olmuştur. Bazıları ise o ekolü temsil edecek şekilde kabul görmüş ama o ekol içinde kalmış hatta süreç içinde tarih sahnesinden silinmiştir. Kabule mazhar olma ve reddedilme, ilk bakışta zannedildiği gibi yenilenme teklif ve teşebbüsünün içten veya dıştan gelmesiyle ilgili değildir yahut buna indirgenmez. Evet, istenmeyen teklif ve uygulamaların dış saiklere nispet edilmesi sanırım bütün toplumlarda yaygın bir tavırdır. Çünkü bir şeyin yabancılığı ona karşı olumsuz tavır takınmak için daima makul bir mazeret olarak kullanılmıştır. Fertlerin olduğu gibi toplumların da tiksinme özelliği vardır ve her dönemde bu özelliğin uyarılması kısa vadede sonuç alınacak bir strateji olabilir. Fakat zamanla fertlerin ve toplumların alışkanlık ve beğenilerinde küçük ve büyük ölçekte değişimler olur. Çünkü fertler de toplumlar da daha uyumsuz gördükleri bir şeyin uyumlu taraflarını yahut uyumlu gördükleri şeyin uyumsuz taraflarını fark etmeye başlarlar. Bu sebeple bir zamanlar kabul görmeyen bir uygulama kabul görmeye başlar veya bunun tersi olur. Her ikisinin de pek çok örneği bulunabilir. Bu süreç genellikle sancılıdır. Uyum sorunlarının giderilmesi bazen yüzyıllar alabilir. Zira ilgili alanın bir bütün olarak teori ve uygulamasına vakıf büyük düşünürlerin veya ustaların yetişmesine ihtiyaç duyabilir. Böyle bir seviye ise toplumların hayatında çok yönlü yatırımı gerektiren ve birkaç yüzyılda bir ulaşılabilen bir idrak ve maharetler toplamıyla elde edilebilir. Bu durum sadece sanat gibi sonuçlarını bir yapı olarak temaşa ettiğimiz alanlarda değil, aynı zamanda metafizik gibi saf nazarî alanlarda da böyledir. Bu yazıda size bir geleneğin kendi dinamikleri içinde kalarak nasıl yenilenme süreci yaşadığını bir örnek üzerinden anlatmaya çalışacağım. Ben İslam’da düşüncenin tarihi üzerine çalıştığım için nazariyat alanında yöntem teorisiyle ilgili bir örnek seçtim.
Bilindiği üzere İslam tarihinde ortaya çıkan ilk teorik sorun kader meselesidir. Henüz sahabe döneminde vuku bulan Cemel ve Sıffin savaşları ertesinde başlayan tartışmalar, Müslümanların gündemine önce şu soruyu getirmiştir: Haksız yere bir insanın canına kıymak gibi büyük günah işleyen ve işlediği günahtan da tövbe etmeyen bir kimse müslüman sayılabilir mi? Bu soruyu cevaplama teşebbüsleri kısa süre içinde yeni bir soru doğurmuştur: Allah’ın mutlak irade ve kudreti karşısında kulun hakiki anlamda bir irade ve kudretinden bahsedilebilir mi? Bu soru etrafındaki tartışmalar ise Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiillerini bilmenin yolu nedir sorusunu doğurmuştur. Çok geçmeden bu tartışmalar, kelamcılar adı verilen bir zümrenin ortaya çıkmasına ve kelam adı verilen bir ilmin doğmasına yol açmıştır. Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren çok çeşitli tavır ve ekollerin yer aldığı bu akım, bazı ilkelerde icma etmiştir. Bu ilkelerden biri, Allah’ın fiili olarak âlemin, Allah’ın sıfatlarına delalet ettiği ilkesidir. Dikkat edilirse bu, ilgili alanda bilgiye ulaştıran yönteme dair bir ilkedir. Kelamcılar tam dört yüzyıl boyunca bu ilkeyi uygulamışlar, dakikleştirmişler, olabildiğince kusursuz uygulamalarını geliştirmeye çalışmışlardır. Mutezile mezhebinin kurucu düşünürü Vâsıl b. Atâ’dan tutun da İmâm Azam Ebû Hanife, İmâm Matürîdî, İmâm Eşarî, Bâkıllânî gibi birçok büyük düşünür, görüş ve uygulamalarındaki farklılıklarla birlikte bu yöntemi kullanmıştır. Fakat Hicrî 419-478 (Milâdî 1028-1085) tarihleri arasında yaşayan meşhur Eşarî kelamcısı ve İmâm Gazzâlî’nin de hocası olan İmâmü’l-Harameyn Cüveynî, kendisi de neredeyse bütün büyük kelam eserlerinde bu yöntemi kullanmasına rağmen ömrünün son yıllarında kaleme aldığı bir eserinde yöntemin bilinen formlarını son derece sert ve yıkıcı ifadelerle eleştirmiştir. Teklifi şudur: Kelam ilminin yöntem bakımından kusursuzlaşması için yaklaşık dört yüzyıldır muhtelif formları kullanılan yöntemin terk edilmesi, kelam ilminde yöntemin kökten bir ayıklanmayla yenilenmesidir. Cüveynî’nin bu teklifi önce talebesi Gazzâlî tarafından uygulamaya konulmuş, ardından Fahreddin er-Râzî ve takipçisi olan büyük kelamcılarca geliştirilerek devam ettirilmiştir. Mantık ilminin fıkıh ve kelam gibi şerî ilimlere girmesine ve İslam tarihinde yöntem bakımından büyük dönüşümlerin vuku bulmasına yol açan ilk ciddi yenilenme teşebbüsü aslında Cüveynî’nin söz konusu eleştirileridir. Kelam geleneği bu eleştiriler sayesinde ilahiyat sahasında bilgiye ulaşmayla ilgili görüş ve uygulamalarını yenilemiş, ardından felsefe geleneğinin tekliflerini daha makul bir zeminde değerlendirme imkânı elde etmiştir.
Bu durumun İslam tarihindeki bütün alanlarda örneklerini bulmak mümkün. Benim aklıma gelen örneklerin tamamında yenilenme teşebbüslerinin ortak noktası şudur: Teşebbüs, maksadı her ne ise o doğrultuda daralma, genişleme veya değiştirme ihtiyacını bigâne kalınamayacak şekilde göstermek zorundadır. Sadece dikkat çekmekle veya genel tespitler yapmakla yenilenme süreci başlamamakta, mevcut birikimin son derece dakik bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Başka bir yazıda geleneklerin dış saiklerle yenilenmesinin daha dikkat çekici bir örneği üzerinde duracağım.

