Kur’ân’ı asrın idrakine söyletmek Ömer Türker
SonTurkHaber.com, Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak açıklama yapıyor.
Bugün daha çok “dinî ilimler” adıyla andığımız ama klasik dönemde esas itibariyle “şerî ilimler” olarak adlandırılan ilimler arasında bazılarının gerçekte bir bilim olup olmadığı tartışılagelmiştir. Bunlardan biri tefsir ilmidir. Tefsirin İslam’ın erken döneminden beri hem ilim adamları cemaati hem müstakil bir literatürü olduğunda kuşku yoktur. Yani müfessirler olarak adlandırılan ve uzmanlığı bilhassa Kur’ân tefsiri olan bir grup olduğu gibi hicrî ilk yüzyıldan itibaren istikrarlı bir şekilde genişleyerek devam eden ve yalnızca tefsir ilmi kapsamına giren bir literatür de bulunmaktadır. Buna rağmen tefsirin bilim olmanın şartlarını tam olarak taşıyıp taşımadığı hep tartışılmış, aynı muhitte yetişen hatta aralarında hoca-talebe ilişkisi olan âlimler farklı kanaatler dile getirmiştir. Mesela Osmanlı ilmiye geleneğinin kurucu düşünürlerinden Molla Fenârî Aynu’l-ayân isimli Fâtiha tefsiri mukaddimesinde tefsirin hakiki anlamda bir ilim olmadığını, farklı ilimlerde kazanılan melekelerin işletildiği bir çalışma alanı olduğunu iddia eder. Fakat Fenârî’nin meşhur öğrencisi Muhyiddin Kâfiyeci et-Teysîr adlı eserinde tefsiri bir ilim olarak inşa etmeye çalışır.
Aslında bu tartışmaların sebebi şudur: Kur’ân’ı anlama faaliyeti çok bileşenli ve katmanlı çabadır. Muhtelif seviyelerde Kur’ân Arapçası bilgisiyle ayet ve lafızların anlamlarını kavramak bu çabanın sadece bir katmanını oluşturur. Ayet ve lafızların söz konusu ettiği nesne, durum, olay ve olguların bilgisine ulaşmak ise çok farklı bilgi kanallarını gerektirir. Bu sebeple tefsirler daima müfessirin yaşadığı dönemin bilimsel bilgi hacmiyle ve mensup olduğu ekolün temel kabulleri ve görüşleriyle ilişkili olmuştur. Farkı dönemlerde bilim, düşünce ve sanattaki gelişmeler, müfessirin mevcut gelişmelere ilgisinin derecesine bağlı olarak tefsir faaliyetinde doğrudan kendisini gösterir. Bu durum, Kur’ân’ın hem lafızları itibariyle hem lafızlarının bir dil içindeki anlamları itibariyle hem de tevhit, nübüvvet ve haşir gibi inanca ve sabır, şükür, hamd, namaz, oruç ve hac gibi uygulamaya dönük temel esasları itibariyle bütün dönemlerde varlığını idame ettiren ilâhî kelam olmasıyla da çelişmez. Sadece şu anlama gelir: Kur’ân’ı anlamak ve bu anlayışın gereği olan bir hayat yaşamak, pek çok unsurun bilgisine ve farklı seviyelerde anlama çabasına ihtiyaç duyar. İlâhî mertebe tarafından Hz. Peygamber (sav) için garanti edilen idrak tamlığı sair müminler için garanti edilmiş değildir. Nitekim Müslümanlar da şerî bilimleri bunun için kurmuşlar, önceki milletlerin muhtelif bilimlere dair ulaşılabilen birikimlerini Arapçaya aktarıp insanlığın bilgi birikimine varis olma çabasına bunun için girmişlerdir. Kur’ân doğrudan Hz. Peygamber’in kalbine nazil olduğundan Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı anlama ve yorumlama tecrübesi ne bir dil aracılığına ne de insanlığın mevcut birikiminin seferber edilmesine ihtiyaç duyar. Hz. Peygamber, zaten Hakk’a niyabeten anlamın ve hükmün sahibidir. Diğer deyişle Hz. Peygamber, velayet makamı ve nübüvvet vazifesinin oluşturduğu melekeleri sayesinde her şartta ayrıntılandırılabilecek küllî idrake sahiptir. Fakat Kur’ân bir müminin kalbinde böyle bulunmaz, tam tersine müminin imanına, ameline, bilgi ve hüner birikimine bağlı olarak mana onun kalbinde peyderpey zuhur eder.
Hal böyleyken Batı’yla karşılaşma tecrübesinin başladığı yüzyıllardan itibaren İslam dünyasında Müslümanların geçmiş dönemlerdeki tefekkürünü olabildiğince paranteze alarak doğrudan Kur’ân’dan hareketle hayatı inşa etme çabaları ortaya çıktı. Bu çabalar klasik dönemde müstakil bir ilim olup olmadığı dahi tartışmalı olan tefsiri neredeyse çağdaş İslam dünyasının metafiziğine dönüştürdü. Tefsir kelimenin hakiki anlamıyla küllî bir ilim payesi elde etti. Bu çabaların Kur’ân çalışmalarının artması ve derinleşmesi, Kur’ân kültürünün sınırlı bir çevre için bile olsa yaygınlaşması gibi olumlu sonuçları da oldu fakat yeterli donanım bulunmadan Kur’ân okuyarak büyük sorunların çözülebileceği gibi yanılgılara da yol açtı. Oysa Kur’ân’ı anlamak, Hz. Peygamber’in (sav) hakikat bilgisi ve bunun bilginin sonucu olan yaşantısına varis olma çabasıdır. Hiç kuşkusuz bir müslüman iman ve salih amelle iyi bir mümin olabilir ama içinde yaşadığı dönemin sorunlarını Kur’ân’dan hareket anlama, yorumlama ve çözme işi, hakikat bilgisi ve ona uygun yaşantının ilgili dönemdeki bileşenlerini bir bütün olarak hesaba katabilme melekesine ihtiyaç duyar. Sanırım üzerinde durulması ve doğru anlaşılması gereken meselelerden biri de bu.

