Şark’ın sefilleri ve hüzünlü hâtıralar Dursun Gürlek
Yenisafak kaynağından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com açıklama yapıyor.
Bâbıâli ile ve tabii ki basın dünyasıyla içli dışlı yaşadığım günlerde kendisini yakından tanıdığım; gerek yazılarından, gerekse konuşmalarından çok istifade ettiğim değerli şahsiyetlerden biri de Mithat Sertoğlu idi. Bugünlerde, Büyüyen Ay yayınları arasında yeni neşredilen “Esâfil-i Şark” isimli kitabı okurken merhumun ismiyle bir kere daha karşılaştım ve otuz yıl önce kendisiyle yaptığım röportajı hatırladım.
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nden emekli olduktan sonra Hürriyet’in ek yayın organlarından biri olan “Yıllar Boyu Tarih Dergisi”nin danışmanlığını yapan Mithat Bey muallim, muharrir ve müverrih olarak şöhret yapmış bir kimseydi. Kendisini makamında ziyaret ettiğim zaman ben de hem Hürriyet’te çalışıyor hem de Yıllar Boyu Tarih dergisini takip ediyordum. Keza yine o dönemde İbnülemin Mahmud Kemal Bey’i tanıyan, konağına devam edip sohbetlerine ve mûsıki fasıllarına katılan zevatla mülakatlar yapıyordum. Sahhaflar ve Cerrahiler şeyhi merhum Muzaffer Ozak’ın dükkânına da bu maksatla gitmiştim. Yanından ayrılırken Hoca Efendi, sen Mithat Sertoğlu Bey’e de git, onda da çok hatıra var demiş, tam kapıdan çıkarken “Murat Sertoğlu değil, Mithat Sertoğlu” diye bir hatırlatma da bulunmuştu.
Tavsiyeye uyup Mithat Bey’e gittim. Yanında uzun saçlı ve heyecanlı heyecanlı konuşan bir zat vardı. Sonradan bunun ünlü gazetecilerden Hikmet Feridun Es olduğunu öğrendim. Es, esip gürleyerek Yahya Kemal’le ilgili hatıralarını anlatıyordu.
O gün Mithat Sertoğlu gayet yumuşak üslubuyla ve İbnülemin Bey’e duyduğu muhabbetin heyecanıyla anlatmaya başladı. Ben de böylece kaseti önlü arkalı doldurmuş oldum. Bana anlattıklarının hemen hemen tamamını ufak tefek değişikliklerle kendi kitaplarında da yayımladı. Bu eserlerden biri “Tarihten Sohbetler”, diğeri de “İstanbul Sohbetleri” adını taşımaktadır. Birincisi 1994’de Türk Tarihi Kurumu, diğeri de 1992’de Bedir Yayınevi tarafından neşredildi. Mithat Bey’in yine aynı yayınevinden çıkan bir kitabı daha vardır ki, “Ehl-i Sünnetin Altı İmamı” adını taşımaktadır. Merhumun, bunların dışında tarihle ilgili daha bir çok eserinin bulunduğunu, ayrıca çeşitli dergilerde, münhasıran “Yıllar Boyu Tarih Dergisi”nde önemli yazılar yayımladığını biliyoruz.
Mithat Bey’le yaptığım röportaj hayli uzun olduğu için hepsini buraya alamayacağım. Sadece giriş kısmından bir iki cümle nakletmekle yetineyim. Bu değerli tarihçimiz Başbakanlık Arşivi Genel Müdürü olunca, İbnülemin Mahmud Kemal Bey kendisini makamında ziyaret ediyor ve tebrikten hemen sonra, Mithat, sana bir hediye getirdim ama bu bildiğin hediyelerden değil, belki de hiç mâlûmâtın olmayan tarihi bir konuyu sana anlatacağım, diyor ve uzun uzun anlatıyor. Konu, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın tahttan indirilişiyle ve müsahibi Cevher Ağa’nın idam edilişiyle ilgilidir. Merakınızı gidermek için idam sebebini söyleyeyim. Hal’den hemen sonra İttihatçı kodamanlar Cevher Ağa’yı ortadan kaldırıyorlar. Çünkü padişaha gelen jurnallerin hepsi onun elinden geçiyordu. Ve bunların içinde darbecilerden bazılarının isimleri de vardı. Cevher Ağa jurnalleri fâş eder, biz de rezil oluruz diye derhal böyle bir cinayeti işlediler. İstidrâden şunu da belirteyim, Cevher Ağa’nın Ümraniye’de kendi adıyla bilinen bir de camisi bulunmaktadır.
Şimdi de merhum Mithat Sertoğlu’nun önce 28 Temmuz 1977 tarihli “Hayat Mecmuası”nda neşredilen, daha sonra da “Esafil-i Şark” adlı kitapta (Ahmet Hamdi Tanpınar, Alnı Temiz, Ayakları Çamurlu Bir Bakan) başlığıyla yer alan hatırasını okuyalım.
“Çok konuşan, fakat çok güzel konuşanlardan biri, daima bulutların üzerinde gezen ve daima mısralar mırıldanan Ahmet Hamdi Tanpınar’dı. Her toplantı sonunda Şeyh Galib’in
Bir şûlesi var ki şem-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsûmânın
beytini değiştirerek:
Bir nüktesi var ki bezm-i cânın
Kâmûsuna sığmaz âsûmânın
şeklinde okurdu.
Yalnız ‘Ev’e gelenlerden Fazıl İnal, esmerliğinden dolayı Kara Fazıl diye anılırdı. Lakabı ise, Adamolmaz Fazıl’dı. Tabii bu çok haksız bir lakaptı. Almanya’da arşivcilik ve kütüphanecilik okumuştu. Felsefe ve sosyoloji bilirdi. Fikirleri sağlam, duyguları coşkun, kalbi temizdi. Ancak bilhassa bu coşkun duygularla devlet kadrolarına bir türlü sığmaz, durmadan vazife değiştirirdi. Sonunda, serbest mesleği tercih etti ve hangi sanatı bilir misiniz? Mobilyacılığı… Üstelik başarıya da ulaştı ve bir hayli para kazandı. Lakin, yeni mesleği, her şeye rağmen manevi bakımdan onu hiç tatmin etmediği için topluluğumuza can atardı. Genç denebilecek bir yaşta ölüp gitti.
Esafil-i Şark’ı kuranlar, bunun bir de şubesini açmışlardı:
Nizam-ı Âlem ve İntizam-ı Ümem Cemiyeti. Tabii, buradaki ümmet sözü, millet karşılığında kullanılmaktaydı. Bu gayr-i resmi cemiyetin gayesi, ‘Nizam-ı âlem ve intizamı ümem için lüzumlu tedbirleri tefekkür ve derpiş ederek – yani düşünüp ön görerek – evliyây-ı umura – işlerin başında bulunanlara – arzetmek’ olacaktı. Gerçi ‘tefekkür ve derpiş’ işi oldu, hatta Rıfkı Melul Meriç’in evindeki toplantılar belki de biraz bu gaye için başlamıştı. Lakin o günkü şartlar içinde ‘arz’a kimseler cesaret edememiştir. Hatta merhum dostum Hasan Âli Yücel, bakan olmadan bu topluluğu teşkil eden herkesle yakın ahbaptı; onu bile bu işe vasıta etmeye kimse teşebbüs etmedi. Esasen çoğunun tebrik mesajlarını bile cevapsız bıraktı.
Ben o sırada öğretmendim. Bu yüzden bir şey yapmayı uygun bulmadım. Ama, bir gün ikimizin de dostu merhum Prof. Dr. Muzaffer Şevki Yener’in Çiftehavuzlar’daki köşküne, kendisini Hacı Vesimpaşazade Lütfü Bey’in Göztepe’deki evine, bazı antikaları ve yazıları göstermeye götürmek için uğradığımda Hasan Âli’ye rastladım. Mevsim yaz ve temmuz başıydı. Ankara’da pek bunalmış ve birkaç günlüğüne doktora misafir gelmişti. Bana eski samimiyetiyle davrandı ve çok kişiye karşı işlediği hatayı işlediğini sanarak, ‘Âh kardeşim, kusura bakma, tebrik cevaplarını bizim özel kalem müdürü galiba biraz ihmal etmiş’ dedi. Ben de esasen tebrik yazmadığımı, o zaman değil, bakanlıktan düşüp İstanbul’a döndüğünde beni ziyarete geldiği bir gün söyledim. Sonra sık sık görüştük. Bana, o devrin ‘Milli Şef’inden gördüğü vefasızlıktan uzun uzun yakınır ve Köy Enstitülerinden bahsederken ‘Bu işi o düşündü, ama istendiği gibi yürümeyip yolundan sapınca bana yıktılar’ derdi.
Mevlânâ’ya ait uzun ve cidden güzel bir şiir yazmış ve bunu tek bir kâğıda bastırmıştı. Bir gün hediye etmek üzere bir tanesini getirdi, beraber okuduk. Sonra, gözleri yaşararak ‘Dostum, bu memlekette bana komünist bile dediler. Hiç bunu yazan komünist olabilir mi?’ dedi. Kendisine hak verdim.
Onu en sonra, ölümünden bir süre evvel Ankara’da gördüm. Ayakkabıları çamura bulanmış, Sıhhiye’den Kızılay’a doğru dalgın dalgın gidiyordu. Yolunu kestim. ‘Ooo, merhaba, sen misin?’ dedi. ‘Evet, benim’ dedim. ‘Ne yapıyorsun?’ Kulağıma eğildi, bir sır tevdi eder gibi şunları söyledi:
- Hiçbir şey! İşte gördüğün gibi, alnım değil, ayaklarım çamur içinde dolaşıyorum. Ama şuna da inandım ki, alnı temiz, ayakları çamurlara bulanmış olarak yaya gezen eski bakan sayısı ne kadar artarsa, bu memleket o kadar iyiye gider.
Onun: ‘Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz?’ diye başlayan ve bir ara yalnız yakın çevre dostlarının bildiği sebepler dolayısıyla, devlet radyolarında çalınıp söylenmesi yasaklanan güzel bir şarkısı vardır. Bu yasak Demokrat Parti’nin kuruluşu ile kalkmış ve onun iktidara gelişiyle yine konmuştu. Sonra mesele unutulup gitti. Bunu bilenlerden bugün hayatta kalanlar bile ancak birkaç kişi… geçen sene bir TV programında söylendi ve bana bütün o eski günleri hatırlattı. O günler ki tadı ve gamsız gençliğimiz onun pembe toprağında gömülüdür.”
Bu hüzün dolu hatıralar öyle sanıyorum ki, sizleri de hazin hazin düşündürmüştür. Esafil-i Şark’ın hepsine selam olsun.


