Sırtında taş taşıyan yazar yahut kültür cinayeti Dursun Gürlek
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Bir zamanlar yazılarını zevkle okuduğum, sohbetlerinden hayli istifade ettiğim kalem ve kelam erbabından biri de Nezih Uzel’di. Merhum, ismi gibi nezih bir insandı. Aynı zamanda İstanbul beyefendisi olarak da biliniyordu. Ve bu sıfat ona boşu boşuna verilmiş değildi. Nezih Bey, İstanbul beyefendiliğine, İstanbul Türkçesine, İstanbul âdâbına, İstanbul ulemasına, İstanbul meşâyihine ve bu şehrin bilumum özelliklerine ve güzelliklerine dair yazılarıyla, sohbetleriyle kendine haklı bir şöhret edinmişti.
Nev’i şahsına münhasır bir insan olan Nezih Bey aynı zamanda mûsıki ile de iştigal ediyordu. Bu meclislerin müdavimi, ehl-i tarikin muhibbi idi. Özellikle Hz. Mevlânâ’ya ve Mevleviliğe büyük bir ilgi duyuyordu. Bazı programlara birlikte katıldığımız da olmuştu.
Nezih Bey, gazetecilik mesleğine Refi Cevat Ulunay sayesinde intisap etmişti, dolayısıyla Bâbıâli’nin en renkli kalemlerinden biri olan bu zattan sık sık söz ederdi. Ondan naklen bizlere anlattığı tarihî, edebî ve tasavvufî anekdotların sayısı hayli kabarıktı. Nezih Bey’in gazete ve dergi sayfalarında ilgi bekleyen yazıları şimdilerde kisve-i tab’a bürünmek suretiyle kitap halinde karşımıza çıkıyor. Bu günlerde “Dersaâdet’ten İstanbul’a” adıyla Ketebe yayınları arasında neşredilen eserini okuyor ve merhumla bir kere daha ülfet ve ünsiyet tazeliyorum. Bu girizgâhtan sonra -isterseniz- “Sanatsız Şehir” başlığıyla kaleme aldığı bir yazısından kısaca bahsedeyim.
Nezih Uzel ağabeyimiz, taşa yansıyan Osmanlı medeniyetinin şâheser örneklerinden birinin, taş kalpli insanlar tarafından nasıl hebâ edildiğini kendine mahsus üslubuyla şöyle dile getiriyor:
“Eminönü’ndeki Yemiş İskelesi yıkılıyordu. Ben de oradan geçiyordum. Sene 1985. Bir de baktım ki yerlerde eski Türkçe yazılı taşlar. Nedir bunlar, demeye kalmadan meseleyi çözdüm. Eski baharatçı dükkânlarının üzerinde duran ‘Yâ Hâfız”, “Ya Mâlike’l-Mülk” gibi taş kitabeler yerlere saçılmış, kiminin üzerinden buldozer geçmiş, ikiye bölmüş kimi un ufak, kimi de daha ellenmemiş, taze duruyor yerinden düştüğü gibi.
Deliye döndüm, bir yetkili aradım, ortada dolaşan belediyelere koştum. Aman ne yapıyorsunuz? Bunlar çok kıymetlidir, bir eşi daha bulunmaz, bir daha yazılmaz, hattatları öldü, kurtaralım şunları, dedim. Yüzüme ‘mal’ gibi baktılar. Bir başkasına koştum, o da tınmadı. Daha ileride, daha kalantor biri dolaşıyordu. Ona seğirttim, yine cevap yok. Bir yerlerden telefon buldum, tanıdığım müze müdürlerini aradım. Efendi taşlar… Yahu, işin mi yok, bırak kırılsın. Abe taşlar… Dökülsün parçalansın… Bre taşlar… Ayak altında gezinme, ezilirsin… Efendi taşlar… Abi taş…Kardeş ta…
Ben bittim, taşlar bitmedi. Ne derdimi anlatabildim ne de taşları o gün müzeye taşıtabildim. Ertesi günü gidip baksaydım… Sen bak, bak da adam ol! Ben böyle işlere karışmam. Karışsaydın, şimdiye kadar köşeyi dönerdin. Dinle, kesme. Taşları sonunda, ‘Laf taşımam, taş taşırım’ diyerek kendim taşıdım. Belim koptu. Etrafta dolaşan seyircilere seslendim; Beyler gelin, eski yazıdır. Kur’an yazısıdır. Yazık oluyor. Üzerinden grayder geçiyor, şunları duvar kenarına dizelim, dedim.
Sağ olsun vatandaşlar, koşup geldiler. Gerçekten pek çok taşı kurtarıp duvarın kenarına dizdik. Sonra İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden bir kamyon gönderilip aldırdıklarını duyduk. İnşallah doğrudur, gidip görmedim.
Şu sırada, bu şehirde sanattan anlayan bir Belediye bulunmayışı, çok şükür şehrin insanlarının da sanatsız yaşamalarını gerektirmiyor. İnşallah, bir gün sanata yeniden dönülecektir.”
Yukarıda Osmanlı medeniyeti, daha doğrusu İslam medeniyeti için, taşa yansıyan medeniyet ifadesini kullanmıştım. Öyle değil mi? Hanlar, hamamlar, çeşmeler, sebiller, imaretler, kervan saraylar ve tabii ki mescitler ve camiler hep taşlarla yapılmadı mı? Rahmetli Nezih Bey, bir başka yazısında da Süleymaniye Camii’nin yapılışını anlatırken “İnşaatın temel malzemesi olan bir buçuk-iki tonluk taşlar için yirmi çift öküzün çektiği arabalar kullanılmıştı” diyor. Helal olsun o öküzlere. Öküz Mehmet Paşa’yı bir kere daha rahmetle yâd edelim.
Nezih Bey, aynı yazısının bir yerinde -yine taşlarla ilgili olarak- şu çarpıcı bilgiyi veriyor:
“Süleymaniye Camii’nin inşaatı sırasında, Ereğli’de bu iş için işletilen bir taşocağının kazma ve kürekleri akşamları bir evde saklanıyordu. Bu ev devlet tarafından kira ile tutulmuştu. Bir ay kira parası gecikti. Ereğli kadısı İstanbul’a şunu yazdı: ‘Yetim hakkıdır, padişahımıza vebal olmasın!’ Para derhal ödendi.”
Osmanlı medeniyetini anlamamakta hâlâ ısrar edenler için “taş kafalılar” diyeceğim ama taşı incitirim korkusuyla vazgeçiyorum.
Çok önemli bir imar, ihya ve inşa malzemesi olan taştan söz ederken mezar taşlarını akla getirmemek mümkün mü? Elbette bu konu da kültür tarihi açısından büyük bir önem arz ediyor. Ecdadın mezar taşlarının birçoğunda “ârâmgâh” ve ebedi istirahatgâh” kelimeleri yer almaktadır. Geçmiş büyüklerimiz, mecazi de olsa mezarları, bir dinlenme yeri, bir istirahat mekânı olarak telakki etmiştir. İşte bundan dolayı Yunus’un “hece taşları” dediği mezar taşlarını hat yazılarının en güzelleriyle, ayrıca şiirlerle, vecizelerle süslemiştir. Bu da normal ve yerinde bir arzu değil mi? “Şerefü’l-mekân, bilmekin” sözü her halde boşuna söylenmemiştir. Evet, her fani gibi kabristanlar da fanidir ama onları da fena bulana kadar en güzel şekilde muhafaza etmek, gerekli saygıyı göstermek icap etmez mi.
Esefle belirtelim ki, ilerleyen zamanla birlikte biz bu medeniyet göstergelerine gerekli alakayı gösteremedik, gösteremedik ne kelime, onları kendi ellerimizle tahrip ettik, yok ettik, mıcır yaptık ve böylece tam bir kültür cinayeti işledik. Bu tahribat hareketinin korkunç boyutlarını olanca dehşetiyle görmek ve ürpermek için Semavi Eyice, İbrahim Hakkı Konyalı, Peyami Safa, Cemaleddin Server Revnakoğlu, Hikmet Turhan Dağlıoğlu, A. Süheyl Ünver gibi Osmanlı bakiyesi ulemamızın, tarihçilerimizin ve diğer bir takım kültür adamlarımızın “feryatnâme” diyebileceğimiz yazılarını, hatta kitaplarını okumak gerekiyor.
Mesela, merhum Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver’in “Türk Yurdu” dergisinin eski sayılarından birinde “Ey Mezar Taşlarımız!” başlığıyla yayımladığı makale, bu minval üzere söylediklerimize çarpıcı bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Süheyl Hoca, yazısının daha en başında bakınız nasıl hayıflanıyor:
“….Lakin, bizim eski mezarlıklarımızın hepsi birer Panteon’du. (Milli kahramanlarımızın gömüldüğü anıt mezarlıklardı). Türkiye’mizin beş asırlık tarihi bunlardan okunurdu. Ondan önce de muazzam türbeleri müstesna, Selçukluların ilim, fikir ve sanat adamlarının gömülü oldukları yerleri bilirdik. Biz yeniliklere, mezarlıkları ortadan kaldırmakla başladık. Bu bir facia idi. Bunları aynen muhafaza etmeliydik. Böylece Anadolu’daki şehirlerimizin mahalli tarihlerini ortadan kaldırdık. Bunlar parka çevrildi. Ağaçlarına kadar kestirildi. Ağaçların ne kabahati vardı? Bu işlenen faciaların tamiri artık kâbil değildir. Tarih terbiyesi almamış olanların neler yaptıkları meydandadır. Çaresi yok, bu terbiyeyi vermek lazımdır. Bu da tarih okunmakla olmaz. Okuyanları tarihin yaşandığı yerlerine götürmelidir ki, hiçbir gerilik timsali olmayan bu eserler tahrip olmamış olsun.”
Bu yazıyı biz de bir esef cümlesiyle bitirelim. Günümüzde de tarihi mezar taşları ve bunlardaki o güzelim hat örnekleri temizlik, onarım, restorasyon adı altında maalesef tahrip ediliyor, yazılar okunamaz hale getiriliyor. Yani tam bir kültür cinayeti işleniyor.
Tarih terbiyesine o kadar ihtiyacımız var ki!..


