Yüzyılın ardından Gatsby: Yeşil ışığın gölgesinde Samed Karagöz
Yenisafak sayfasından alınan verilere dayanarak, SonTurkHaber.com duyuru yapıyor.
Bazı kitaplar vardır, raflarda yıllarca durur ama yalnızca bazı zihinlerde açar çiçeklerini. F. Scott Fitzgerald’ın The Great Gatsbysi (bizdeki adıyla Muhteşem Gatsby), tam yüzyıl önce, 1925’te yayımlandığında böyle bir kitaptı. İlk baskısı 20 bin adet bile satmadı. Ne eleştirmenleri etkileyebildi ne okurunu. Fitzgerald hayattayken kitabının başarısız olduğuna inandı. Ama zaman, her şeyin olduğu gibi edebiyatın da hakemidir. Ve Gatsby’ye baktı, durdu ve şöyle dedi: Bu hikâye, Amerika’nın – hatta modern dünyanın – en çıplak hikâyelerinden biridir.
Gatsby, günümüzde artık neredeyse bir mit. Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı film versiyonuyla daha da görünür oldu ama mesele görünürlük değil, görünenin ardındakini görmek. Gatsby’nin gözlerinin ardında ne vardı? Yeşil ışığa bakan o adam neyin peşindeydi? Bir kadının mı, bir rüyanın mı, yoksa kendisinin geçmişte bıraktığı bir “ben”in mi?
Bu yazı, Gatsby’nin yalnızca bir edebi karakter olmadığını; aynı zamanda bir çağın, bir sınıfın, bir ideolojinin ve bir yanılsamanın sembolü olduğunu hatırlatmak için yazıldı. Çünkü Gatsby, biraz da bizim hikâyemiz.
Gatsby Kimdir?
Romanın başkahramanı Jay Gatsby, aslında James Gatz’tır. Kuzey Dakota’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğmuş, kendisini yeniden inşa ederek zengin, gösterişli ve gizemli bir figüre dönüşmüştür. Fitzgerald’ın kaleminde Gatsby, klasik Amerikan Rüyası’nın ete kemiğe bürünmüş hâlidir: Yeterince istersen her şey olabilirsin.
Ama Fitzgerald tam da bu “her şey olabilirsin” fikrinin peşine düşer. Ve gösterir ki, Gatsby her şey olmuş gibidir ama aslında hiçbir şey olamamıştır. Çünkü ait olduğu hiçbir yer yoktur. Yalnızdır. Partilerinde binlerce kişi olsa da gözleri hep bir kişiyi – Daisy’i – arar. Ve Daisy, Gatsby’nin gözünde bir kadından çok daha fazlasıdır: geçmişin temsilidir. Kaybedilmiş bir zamanın, durdurulamayan bir hayatın, telafi edilemeyecek bir hatanın adıdır Daisy.
Gatsby’nin trajedisi, aşkının karşılıksız kalması değil; bu aşk uğruna yarattığı kimliğin, dünyada karşılık bulmamasıdır. Çünkü dünya, kurguya değil, kökene bakar. Gatsby istediği kadar zengin olsun, Daisy’nin sınıfına ait değildir. O dünyaya doğulmazsa, sonradan giremezsin. Gatsby, bu çıplak gerçekle yüzleştiğinde artık çok geçtir.
Caz Çağı’nın Masalı mı, Kâbusu mu?
Fitzgerald, romanın zaman dilimini “Caz Çağı” olarak adlandırır. 1920’lerin Amerika’sı; savaş sonrası sarhoşluğu, ekonomik patlama, hızla değişen toplumsal yapılar, bireysel özgürlüklerin artışı, ama aynı zamanda değerlerin buharlaşmasıyla şekillenir. Gatsby’nin düzenlediği partilerde caz müziği çalınır, bolca içki tüketilir, insanlar sabaha kadar dans eder ama sabah olduğunda herkes yalnız uyanır.
Bu çağ, yüzeyde bir özgürlük vadederken aslında bir boşluk üretmektedir. Kimlikler kolayca inşa edilmekte ama derinlikleri yoktur. Herkes bir kostüm giymiştir ve kimse gerçekten kimseyle tanışmamıştır. Fitzgerald, Gatsby’nin dünyasını bir illüzyon olarak çizer. Işıklar parlar ama altı boştur. Romanın coğrafi mekânları bile bu ruh hâlini taşır: Gatsby’nin West Egg’deki malikanesi, Buchanan’ların East Egg’deki aristokrat villası, Manhattan’ın koşuşturan sokakları ve en önemlisi “Küller Vadisi” – her biri toplumsal bir sınıfın ve ahlaki bir çöküşün sembolüdür.
Ve bu dünyaya yukarıdan bakan o ünlü gözler… Dr. T. J. Eckleburg’ün dev reklam panosundaki gözleri. Tanrı’nın yokluğunu temsil eden bu bakışlar, görür ama müdahale etmez. Gatsby ölür, Daisy kaçar, Tom güçle yoluna devam eder. Ve gözler hâlâ oradadır, yalnızca bakmakla yetinirler.
Peki bu roman bugün nasıl hâlâ güncelliğini koruyabiliyor? Devamı pazar günü bu köşede….


