Karanlık zamanlarda düşünmek: Geleneğin sonu ve Holokost ile Soykırım çalışmalarının krizi Agos
SonTurkHaber.com, Agos kaynağından alınan bilgilere dayanarak bilgi paylaşıyor.
Gazze’de yaşanan dehşet artık inkâr edilmiyor. “Evet, bunlar yaşanıyor,” deniliyor, “ama bunların sorumlusu Hamas.” ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü kısa bir süre önce şu açıklamayı yaptı: “Gazze’de olup biten her şey, Hamas yüzünden oluyor… Bütün bunlar, Hamas tüm rehineleri iade ederse bir anda sona erebilir.” Bu sözler çok açık bir mesaj içeriyor: Belirli talepler karşılanmadıkça şiddet devam edecek. Bu olup bitenleri açıkça, en küçük bir tereddüt ya da ses tonunda bir düşüş olmadan gerekçelendirmek—aslında suçu doğrudan kabul etmektir. Sebepsiz hiçbir kitlesel kıyım yoktur. Her yok etme eylemi, istisnasız bir gerekçeyle sunulur. Bugün bu gerekçeleri öne sürenler, suçun kendisini inkâr etmiyorlar -sadece onaylıyorlar-. Her yok etme eylemi, istisnasız bir gerekçeyle sunulur. Bu mantığın uzun bir geçmişi var. 1916 ve 1918 yıllarında Talat Paşa İttihat ve Terakki kongrelerinde Ermeni Soykırımı’nı savunurken bu dili kullanmıştı.
Karanlık zamanlarda yaşıyoruz. Amerika’daki üniversitelerde “düşünce özgürlüğü” ciddi biçimde saldırı altında. Para ve politik iktidarın gücü, yeni bir McCarthycilik dalgası başlatmış vaziyette. Politik baskılarla eleştirel sesler susturulmaya, kampüslerde yaygın bir sindirme ortamı yaratılmaya başlandı. Susturucu bir korku kültürü her yerde kol geziyor. Bu baskıların en belirgin örnekleri Columbia ile Harvard’da görülüyor. Columbia’da İsrail’i eleştiren öğrenciler okuldan atılıyor; ABD vatandaşı olmayanlar ise sınır dışı edilme tehdidiyle karşı karşıya. Harvard’da Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nin direktörü ile yardımcı direktörü görevden alındılar.
Bu “karanlık zamanları” fark edenler, Hannah Arendt’in bir zamanlar yazdığı gibi, “bunda hiçbir gizem ya da sır yok. Ama yine de bu durum herkes tarafından görülür değil, görmek de pek kolay değil” diyerek “felaket her şeyi altüst etmeden hemen önce” bir şeylerin yapılması gerektiğine inanıyorlar. (1) Böyle anlarda, risk meselesi çok önemli bir belirleyici hâline gelir. İnsan, sahte bir cesaret gösterisiyle gerçek ahlaki sorumluluğun ağır yükü arasında gidip gelir.
Nisan ayı bize—hem Türkiye’de hem Ermenistan’da—Ermeni Soykırımı’nı hatırlatır; bu yıl, soykırımın 110. yıldönümünü anıyoruz. Bu anlar, vicdan pusulamızın eylemlerimiz üzerindeki etkisinin daha güçlü hissedildiği bir döneme denk düşer. Bu yıl, yaşadığımız “karanlık zamanlar” sadece akademik özgürlüklerin aşınmasıyla sınırlı değil ve izleri daha da derinden yankılanıyor. İkinci Dünya Savaşı felaketinin içinden doğmuş bir alan olan Holokost ve Soykırım Çalışmaları alanında ciddi bir ahlaki çöküşe tanıklık ediyoruz.
Holokost ve Soykırım Çalışmalarının Krizi
Holokost ve Soykırım Çalışmaları derin bir kriz içinde—ahlâki ve entelektüel bir çöküş yaşıyor. Bu krizin merkezinde, Gazze’de İsrail’in gerçekleştirdiği eylemlerle tetiklenen Holokost Çalışmaları alanı yer alıyor. Burada, Soykırım çalışmaları ile Holokost çalışmaları arasındaki fark önemli. Alana egemen sorunun temelinde, Holokost çalışmaları yürüten önemli bir kesimin—bireylerin ve kurumların—ya açıkça; ya da örtük biçimde İsrail’in eylemlerini desteklemesi, karşı durmayı başaramaması yatıyor. “Bir Daha Asla” etik çağrısıyla kurulmuş olan, kitlesel kıyımları önlemeye, etik normlara dayalı bir dünya düzeni inşa etmeye adanmış olan bu alan, 1945 sonrası uluslararası insan hakları hukuku ile küresel düzenin inşasında belirleyici bir rol oynamıştı. Şimdi, bu alanın önemli bir kısmı —akademisyenleri ve kurumlarıyla birlikte—, İsrail’in devlet şiddetini meşrulaştırarak, kendi ahlaki duruşunu terk etmiş durumda. (2)
Alandaki bazı önemli akademik çevre ile kurumlar, bir ulus-devletin (İsrail’in) suçlarının savunucusu hâline geldiler. Siyasi iktidara karşı eleştirel bir mesafe korumak yerine, onun mantığını benimsediler. Alan, bir zamanlar üzerinde yükseldiği ahlaki zemini kendi elleriyle yıktı. Kuruluş misyonunu tanımlayan evrensel ahlaki değerlerini terk ederek, artık sıradan milliyetçi saldırganlığı aklayan bir konuma geriledi. Kriz, ilk olarak Holokost Çalışmaları içinden doğmuş olsa da uzun yıllar Holokost paradigmasının entelektüel ve kurumsal hegemonyası altında şekillenen tüm Soykırım Çalışmaları alanına yayılmış durumda.
Bu durumun, alanın kökenleriyle doğrudan ilgisi var: “Soykırım” kavramını ortaya atan Raphael Lemkin, Ermeni Soykırımı ile 1933 Irak Simele Katliamından etkilenmiş, böyle bir suç kategorisinin zorunlu bir gereklilik olduğuna karar vermişti. Ancak kavramı biçimlendiren, onun uluslararası kabulünü sağlayan asıl olay Holokost oldu. En başından itibaren Holokost Çalışmaları soykırım çalışmalarının merkezine oturdu. Diğer soykırımlar daha sonra —genellikle eşit değil, sadece eklenen unsurlar olarak—bu merkeze dahil oldu. Her şeyin merkezinde Holokost vardı. İlk yıllarda, Holokost merkezli bir tür “Soykırımlar Süper Ligi” oluşmuştu. Bir soykırımın bu lige girebilmesi için Holokost’a benzemesi şarttı. Bu nedenle, diğer kitlesel kıyımlar üzerinde çalışan akademisyenler, bunları olabildiğince Holokost’a benzetmeye çalıştılar. Holokost’a benzemek, bu lige kabul için bir tür “giriş bileti” işlevi gördü.
Ancak araştırmalar ilerledikçe, bu çerçevenin sınırları daha belirgin biçimde ortaya çıkmaya başladı. Akademisyenler, Holokost’a aşırı benzetmenin diğer soykırımların kendine özgü dinamiklerini ortadan kaldırdığını fark ettiler. Bu farkındalık, alanın yönünü değiştirdi: benzerlikler yerine her vakanın kendine özgü tarihsel, siyasal, kültürel bağlamlarını vurgulamak öne çıktı. Alanın, Holokost’un “benzersiz ve eşsiz” olduğu iddiasından, karşılaştırmalı soykırım çalışmalarına doğru evrilmesi bu dönüşümün sonucuydu. “Holokost ve Soykırım Çalışmaları” ifadesinin kendisi bile bu uzlaşmanın bir ürünüydü. Holokost hâlâ hem tarihsel çıkış noktası; hem de ahlaki dayanak olarak, ayrıcalıklı konumunu koruyordu; diğer soykırımlar ise onun etrafında dönen, tanınan ama çoğu zaman aynı düzeyde görülmeyen örnekler olarak yer alıyordu.
Zamanla alandaki birçok akademisyen Holokost’un diğer soykırımlardan bir tanesi olduğunu kabul etmiş olsa da, alanın adı değişmeden kaldı. Holokost’a özel bir statü verilmesine karşı çıkanlar bile, Holokost Çalışmalarının öncü rolünü tanıyarak “Holokost ve Soykırım” adlarının yan yana kullanılmasının saçmalığını kabullenmekte sakınca görmedi. Bu nedenle, bugün içinde bulunduğumuz krizin, Holokost Çalışmalarından tüm soykırım çalışmalarına yayılmış olması şaşırtıcı değildir.
Eğer Gazze’deki suçları işleyen devlet, İsrail değil de başka bir ülke olsaydı, Holokost ve Soykırım Çalışmaları böyle bir kriz yaşamazdı. Çünkü İsrail, Holokost kurbanları tarafından kurulan, onun ahlaki “karşıtını-ötekisini” temsil eden bir devlet olarak, alanımızda kutsal ve ayrıcalıklı bir konum elde etti. Bu ayrıcalık, Holokost ve Soykırım Çalışmalarının entelektüel yapısına da işlemişti. Holokost’la sembolik olarak özdeşleştirilen bir ulus-devletin, tıpkı diğer devletler gibi sistematik kitlesel cinayetler işleyebileceğini kabul etmek, bu alandaki birçok akademisyen için hâlâ kabul edilmesi çok zor bir gerçeklik olarak duruyor.
İsrail’in cinayetleri üzerine açıkça konuşmak sadece psikolojik ve ahlaki baskılanma nedeniyle zor değildi. Aynı zamanda, çok somut bir tehdit de vardı: antisemitizmle suçlanmak korkusu. Nasıl ki Kur’an’da her sure “Bismillahirrahmanirrahim” diye başlıyorsa, akademik dünyada İsrail’i eleştiren herkes de sözlerine “Antisemit değilim ama…” gibi bir açıklamayla başlamak zorunda hissediyordu—sanki devlet şiddetini eleştirmek, önceden bir günah çıkarmayı gerektiriyordu.
Özetle, Gazze’deki soykırımı İsrail’in gerçekleştirmiş olması, alanın kurucu geleneğinin, Holokost araştırmaları yapan kişilerin, kurumların önemli bir çoğunluğunun, 1945 sonrası inşa edilen ahlaki değerleri terk ederek İsrail’in eylemleri savunması, bugünkü krizin kalbinde yer alıyor. Alanın hâkim okulunun büyük bir kısmı kendi kuruluş ilkelerini inkâr etmiş durumda. Bu, ahlaki çöküşün ile geleneğin sonunun açık bir işaretidir—ve bu durum radikal bir yeniden başlangıç çağrısıdır.
Böylesi bir kopuşun ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmek için, 1914 yılında Avrupa’daki Sosyal Demokrat partilerin yaşadığı krizi hatırlamak faydalı olabilir. Birinci Dünya Savaşı başladığında, bu partilerin çoğu evrensel enternasyonal ilkeleri savunmak yerine kendi ulusal hükümetlerini desteklemeyi tercih etti. Lenin, bu tavrı evrensel sosyalist ideallere ihanet olarak değerlendirdi. Sosyalist projeyi yeniden canlandırmak için eski kadrolardan tamamen kopmak gerektiğini savundu. Bu kopuş, Komünist Enternasyonal’in kurulmasına yol açtı.
Koşullar farklı olsa da altta yatan mantık tanıdıktır: derin bir ahlaki çöküş anında, bir geleneğin sürekliliğini yeniden sağlamak ancak köklü bir kopuşla mümkündür. Holokost ve Soykırım Çalışmaları bugün tam da böyle bir meydan okumayla karşı karşıya. Gazze’deki yıkımı aklayanlarla açık bir kopuş şart—ve bu kopuş, alanın adını terk etmekle başlamalıdır. Alanın bir zamanlar temsil ettiği ilkeler doğrultusunda yeni bir isimle yola devam etmenin zamanı gelmiştir.
Arendt ve Geleneğin Sonu
Anlattığımız kriz yalnızca Holokost ve Soykırım Çalışmaları alanıyla sınırlı değil. Bu sadece akademik bir başarısızlık değil; daha derin bir şeyin, bir uygarlık kırılmasının belirtisidir. Bu kırılma, modernitenin kendini tanımlamak ve meşrulaştırmak için kurduğu temel yapının çözülmesine işaret eder. Modernitenin kendi hakkında ileri sürdüğü uygarlık iddiası, Aydınlanma düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, insanlığın şiddet eğilimlerini akılla, hukukla, evrensel ilkelerle dizginleyeceğini savunan, bunu bir dönüm noktası olarak sunan bir projeydi. Bu vaat, Holokost ile büyük bir kırılmaya uğramıştı. Ama 1945 sonrasında kısa sürede yeniden canlanmıştı. Holokost sonrasında şekillenen ahlaki bir dil Aydınlanmanın temel dürtülerini yeniden bir etik gövdeye dönüştürmüş, buna uygun birçok kurum oluşmuştu. Bugün yaşadığımız şey, işte bu geleneğin sona ermesidir.
Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında adlı eserinde Holokost örneğinde yaşanılan bu kırılma durumunu “geleneğin sonu” olarak tanımlar. Bizler şu anda benzeri bir kopuş-kırılmanın içinde yaşıyoruz—geçmişle geleceği birbirine bağlayan ipin kopmuş olduğu tam bir ara yerdeyiz. Arendt’e göre, gelenek karanlık anlarda yönümüzü bulmamıza yardımcı olan, tutunacağımız merdivenin korkuluğu işlevi görürdü. Kesinlik sunmasa bile bir süreklilik hissi verirdi—tutunacak bir iplik gibi… yön gösterirdi. Ve bize kesin hükümler vermek yerine, eleştirel düşünceyle karar verebilme imkânı tanırdı. Gelenek bu anlamda, doğru ile yanlışı anlamak için başvurabileceğimiz bir pusula işlevi görürdü. Şimdi o pusula—o merdiven korkuluğu—yok artık! Tutunacak şeyleri olmayan bizler bir boşluğa düşmüş gibiyiz. Arendt’in deyimiyle, geleneğin bir zamanlar yargı ile eyleme anlam kazandıran hazinesinden yoksun hâlde, çıplak kalmış insanlık durumundayız. Yön gösterici anlatıların çöküşünden sonra insanın varoluşsal hâli budur. (3)
Arendt’e göre Holokost bu geleneğin fiilen sona erdiği andı. Öylesine mutlak, öylesine endüstriyel yöntemlerle yürütülen, metafiziksel niyetle işlenmiş bir suçtu ki, artık olanları miras aldığımız kategorilerle—Aydınlanma hümanizmi ve klasik adalet anlayışlarıyla—yargılamak mümkün değildi. Holokost, Batı tarihinin sürekliliğini yalnızca ölçeğiyle değil aynı zamanda bu şiddeti durduracağı varsayılan kavramların yetersizliğini açığa çıkartarak kırmıştı. Auschwitz sonrasında her şey bir vaat olarak değil, bir hüküm olarak mümkün hâle gelmiştir.
Gazze’de, çoğu sivil, pek çoğu çocuk yaklaşık 100.000 Filistinli öldürüldü. Aileler yok edildi. Okullar, hastaneler, ibadethaneler, mülteci kampları, mahalleler yerle bir edildi. Barınma, beslenme, sağlık, su gibi yaşamın en temel koşulları sistematik biçimde hedef alınıp yok edildi. Gazze devasa bir harabeye dönüştü; neredeyse hayatta kalmanın kendisi imkânsız hâle geldi. Çocuklar yalnızca bombalarla değil, susuzluk, açlık, tedavi edilmeyen yaralar, önlenebilir hastalıklar yüzünden de ölüyor. Tanık olduğumuz şey yalnızca kitlesel öldürme değil; bir toplumun yaşam olanaklarının sistemli biçimde yok edilmesidir.
Yıkılan sadece bedenler değildir; bu yıkımı anlatmak için kullandığımız dil de çöktü. Enkaz altında kalan yalnızca Gazze değil, bu yıkımı ahlaki bir netlikle ifade etme kabiliyetimizdir. Şiddet artık gizlenmiyor. Artık pişmanlık da duyulmuyor. Politikacılar bu yıkımı sadece kabullenmekle kalmadılar, onunla övünmeye başladılar. Başbakan Netanyahu, çağrı cihazlarını nasıl patlattıklarıyla ilgili alaycı espriler yapıyor. Donald Trump, 2025’te yaptığı bir konuşmada, Gazze’yi “Riviera”ya dönüştürmeyi önerdi. Bunlar dil sürçmesi değildi. Bunlar bir mesajdı—kitlesel ölümün bir tatil yeri projesine dönüşmesinin ilanı. Etnik temizlik artık bir gayrimenkul-bina dikme fırsatı olarak pazarlanıyor. Artık en ufak bir utanç kalmamış vaziyette. Şiddet, şirketlerin “marka stratejisine” dönüştü. Sanki antik çağ geri gelmiştir. Antik çağda krallar katliamlarını taş kabartmalarda övünerek anlatırlardı. Bugünün tanıtım videoları, basın toplantıları o eski taş anıtların dijital versiyonlarıdır. Liderlerimiz, utanç duymadan hatta tam aksine, bu görüntüleri birer görsel şölene dönüştürerek sunuyorlar.
Tüm bunlar, çok daha derin bir çöküşe işaret ediyor: Şiddeti konuşurken kendimize koyduğumuz ahlâki sınırların artık çökmüş olduğuna. 1945 sonrası dönemin ahlaki grameri, bugün tanık olduğumuz bu dehşeti açıklamaya yetmiyor.
Şiddetin Dili: Talat ve İsmet Paşalardan ABD Dışişleri Bakanlığına
Gazze’de yaşanan dehşet artık inkâr edilmiyor. Aksine, açıkça kabul ediliyor—ve meşrulaştırılıyor. “Evet, bunlar yaşanıyor,” deniliyor, “ama bunların sorumlusu Hamas.” ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü kısa bir süre önce şu açıklamayı yaptı: “Gazze’de olup biten her şey, Hamas yüzünden oluyor… Bütün bunlar, Hamas tüm rehineleri iade ederse bir anda sona erebilir.” (4) Bu sözler çok açık bir mesaj içeriyor: Belirli talepler karşılanmadıkça şiddet devam edecek.
Bu olup bitenleri açıkça, en küçük bir tereddüt ya da ses tonunda bir düşüş olmadan gerekçelendirmek—aslında suçu doğrudan kabul etmektir. Sebepsiz hiçbir kitlesel kıyım yoktur. Her yok etme eylemi, istisnasız bir gerekçeyle sunulur. Bugün bu gerekçeleri öne sürenler, suçun kendisini inkâr etmiyorlar —sadece onaylıyorlar. Bize bu suçun neden işlendiğini anlatıyorlar ve bunu yaparken kendilerini savunmuyorlar; farkında olmadan ama gururla, itirafta bulunuyorlar.
Bu mantığın uzun bir geçmişi var. 1916 ve 1918 yıllarında Talat Paşa, İttihat ve Terakki kongrelerinde Ermeni Soykırımı’nı savunurken bu dili kullanmıştı: “Ermeniler başlarına gelenlerden ancak kendilerini sorumlu tutabilirler.” (5) Yedi yıl sonra, 1923 Lozan Konferansı’nda aynı mantık tekrarlanır. İsmet Paşa, bir konuşmasında Ermeni meselesinin toplantının gündemine gelmesini daha baştan engellemişti: “Ermenilere ne olduysa, onların yaptıklarından dolayı olmuştur.” (6) Bu cümle, tonunda hiçbir değişiklik olmaksızın, bugün Gazze hakkında ABD Dışişleri Bakanlığı’nın temel söyleminde yeniden karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar Türk inkâr politikasının temel refleksi olan bu argüman, şimdi dünyanın süper gücünün diplomatik dili hâline gelmiş durumda.
Arendt bu çöküşe karşı bir kurtuluş programı sunmaz. Onun önerdiği, çok daha riskli bir şeydir: düşünme zorunluluğu. Geleneğin çöküşüyle oluşan boşluğu fark etmek, bu boşluğu kolay cevaplarla, aidiyet refleksleriyle; ya da kurumsal sadakatlerle doldurma cazibesine karşı koymak. Bu çağrı, bugün her zamankinden daha acil. Çünkü eğer soykırım bile anlatılabilir, gerekçelendirilebilir, pazarlanabilir hâle geldiyse— bu alan, yani soykırımları önlemek için doğmuş olan disiplin, onları adlandırmaktan bile çekinir olmuşsa—o zaman, artık yalnızca bir akademik disiplinin çöküşüne değil, o disipline anlam kazandıran ahlaki dünyanın da enkazına tanıklık ediyoruz.
Türk ve İsrail İnkârcılığı Arasında Çarpıcı Benzerlikler
Ermeni Soykırımı üzerine çalışan bizler için, Gazze üzerine kurulan söylem neredeyse bir déjà vu gibidir. Bugün İsrail ve savunucuları tarafından dile getirilen tek bir argüman yoktur ki, bir asırdan fazla bir süre önce Osmanlı-Türk devleti tarafından kullanılmamış olsun. Bu dili tanıyoruz. Bu retorik düzenin içinde yaşadık. Bir anlamda, artık bu mantığa bağışıklık kazandık—çünkü biz bunların hepsini daha önce duyduk. (7)
En temel argümandan başlayalım: yok edilme korkusu ile öz savunma ihtiyacı. Yüzyılı aşkın bir süredir Türk inkârcılığının özünü şu tez oluşturur: Anadolu, Avrupa ile Kafkasya’dan zor kurtulmuş Müslüman Türkler için son sığınaktır. Şimdi bu son vatan topraklarında bile düşmanlarla çevrilidirler. Bu düşmanlar, bizi yok etmek için uygun anı beklemektedir. (8) Bu güçlere karşı Türkler, sürekli bir varoluş savaşı verdiklerini iddia eder. Bu anlatıya göre 1915’te yaşananlar bir soykırım değil, ulusal savunmaydı. İsmet Paşa’nın Lozan’da ifade ettiği gibi: “Varlığını koruma hakkını idrak eden Türk Devleti, başka herhangi bir bağımsız devlet gibi, varlığına yönelen tehditlere karşı gerekli gördüğü her tedbiri almaktan çekinmeyecektir.” (9) 2005 yılında İstanbul’da düzenlenen ilk büyük eleştirel Ermeni Soykırımı konferansı sırasında, günlerce dışarıda protestocular “Biz soykırım yapmadık, vatanımızı savunduk” yazılı pankartlarla beklediler.
‘Ermeni Teröristler’: Hamas ve PKK
Gazze’deki katliamların meşrulaştırılmasında da benzer bir yapı görüyoruz. Burada, Hamas’ın varlığı başlı başına katliamların temel nedeni olarak sunuluyor. Bir terör örgütü tarafından işlenen suçlar, İsrail’in eylemlerine gerekçe oluşturuyor ve bu eylemler meşru öz savunma hakkı olarak çerçeveleniyor. Ermeni Soykırımı üzerine çalışan bizler bu gerekçeyi hemen tanırız. Bu, daha önce sahnelenmiş bir oyunun tekrarıdır.
Bu anlatıya göre, Ermeni terörist gruplar 1890’lardan itibaren Müslümanlara yönelik saldırılar düzenlemekteydi. Sadece Müslümanları öldürmekle kalmıyor, aynı zamanda kendi eylemlerini desteklemeyen Ermenileri de tehdit edip öldürüyorlardı. Nihai hedefleri ise Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak ve bu amaçla yabancı devletlerle iş birliği yapmaktan çekinmemekti.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı Devleti Rusya’ya karşı bir “varoluş savaşı” yürüttüğü ileri sürülerek, Ermeni milislerin düzensiz birlikler—çeteler—oluşturup Van, Kars ve Ardahan gibi bölgelerde saldırılar düzenlediği, binlerce Müslümanı öldürdüğü iddia edilir. Bu gruplar, aynı anlatıya göre, ilerleyen Rus ordusunun öncü kuvveti olarak hareket etmiştir. Nisan 1915’te Van’da yaşananlar ise bu çerçevede büyük bir isyan olarak değerlendirilir; Ermeniler, iddiaya göre, şehri Rus desteğiyle ele geçirmiştir.
Bu anlatı yapısında, bugün “soykırım” olarak tanımladığımız olaylar, aslında meşru bir öz savunma savaşı olarak sunulur. Yaşanan ölümler kasıtlı bir planın ürünü değil, savaş koşullarının kaçınılmaz sonucudur. Osmanlı hükümeti, sivil kayıpları en aza indirmek için elinden geleni yapmıştır; yaşanan acılar ise savaşın doğal sonucudur, denir.
Bu anlatı sadece Ermeni meselesiyle sınırlı kalmadı. Daha sonra Kürt meselesinde de aynı söylem yapısı yeniden kuruldu. Bu bağlamda “çete” kelimesi yerini “terörist”e bıraktı. Kürt halkının uzun süredir dile getirdiği siyasal talepler, gayrimeşru birer tehdit olarak yeniden tanımlandı. Devletin PKK’ya yönelik tutumu, Kürt halkının tamamını anlamlandırmada birincil merceğe dönüştü. Bir kez daha, varoluşsal tehdit söylemi politikayı şekillendiren temel dil haline geldi. Yönetim araçları da buna göre yeniden düzenlendi: kitlesel tutuklamalar, kültürel yasaklar ile askerî operasyonlar, politik stratejiler olarak değil, güvenlik tedbirleri olarak sunuldu.
Bugün Gazze’ye dair baskın anlatılar da aynı mantıkla kuruluyor. Hamas’ın varlığı ile gerçekleştirdiği şiddet eylemleri, büyük ölçekli toplu cezalandırmanın gerekçesi olarak sunuluyor. Bu yaklaşımın altında yatan varsayım çok açık: militan bir örgütün varlığı, sistematik baskıyı meşrulaştırıyor; bu baskıya gösterilen her türlü tepki ise ilk tehdidin teyidi olarak yorumlanıyor.
Ancak burada mesele bu örgütlerin yapısı-doğası ya da şiddet kullanma düzeyi değil. PKK lideri 2000 yılında yaptığı savunmada, örgütün siviller ve rakip Kürt gruplar da dâhil olmak üzere 15 binden fazla ölümden sorumlu olduğunu açıkça kabul etmişti. Bu satırların yazarı, PKK’dan gelen tehditler nedeniyle yıllarca saklanmak zorunda kaldı. Alman güvenlik makamları, yurtdışında yeni bir kimlik; hatta yüz ameliyatı bile teklif etmişlerdi.
Bu örgütlerin şiddet ile ilişkisini kabul etmek meselenin özünü değiştirmez. Bu anlatılar ya da bu örgütlere dair görüşler, Filistinlilerin ya da Kürtlerin maruz kaldığı yapısal baskıyı perdelemek için kullanıldığında, bu yaklaşım metodolojik olarak sorunludur. Militan grupların eylemlerini, kurumsal eşitsizliklerin yerini alacak şekilde merkeze koymak, baskının nedenini açıklamak değil, onu yeniden üretmektir. Daha temel bir sorun ise şudur: egemen grubun, ezilenlerin direniş biçimini, bu direnişin meşruiyetini belirleme hakkına sahip olduğunu varsaymak, bir ilke değil, bir kibir biçimidir. Bu, güçlü olanların sadece direnişi bastırmakla yetinmeyip, ezilenlere nasıl direnmeleri gerektiğini de dikte ettiği bir konumdur.
İfade Özgürlüğünün Suçlaştırılması
Bu bağlamda en çarpıcı benzerliklerden biri, ifade özgürlüğünün yasal yollarla bastırılmasında ortaya çıkıyor. Almanya ile Amerika Birleşik Devletleri’nde, antisemitizm suçlamaları giderek daha fazla bir şekilde, İsrail politikalarını eleştirmenin meşruiyetini sorgulamak; ya da Gazze bağlamında “soykırım” terimini kullanmayı itibarsızlaştırmak için kullanılıyor. Bu dinamik henüz ABD ve Avrupa’da yasalara tam olarak yansımadı. Ama antisemitizm suçlaması, İsrail’e eleştirel yaklaşanların meşru kamusal söylem sınırlarının dışına itilmesine yönelik açık bir çabadır.
Açık konuşmak gerekirse, Türkiye’de Ermeni Soykırımı üzerine çalışan bizler, bu durumu acı bir tebessümle karşılıyoruz. Çünkü bizde “Türklüğü aşağılamak” uzun süredir bir suç sayılıyor. Ermeni Soykırımı’na kamuya açık şekilde atıfta bulunmak, onlarca yıldır yargılanma sebebi oluyor. (10) Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesine göre, soykırıma “soykırım” demek, ulusal kimliğe saldırı sayılıyor. Bu suçlama, 2007 yılında suikasta uğrayan Hrant Dink’in hedef hâline gelmesinde merkezi rol oynamıştı. Aynı yasa, bu satırların yazarı da dâhil olmak üzere, birçok kişiye karşı kullanıldı. Hrant Dink’in oğlu Arat Dink, sadece “soykırım” kelimesini yayımladığı için bir yılı aşkın hapis cezasına çarptırıldı.
Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından gelen yoğun toplumsal tepki üzerine, hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. 301. maddeye dava açmak için Adalet Bakanlığı’ndan özel izin alınması şartını getirdi. Ancak bu yasa hâlâ, Ermeni Soykırımı hakkında konuşan herkesin başının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Bu tarihsel tecrübeyi yaşamış olan bizler için, ABD ile Almanya’nın İsrail’in soykırımı üzerine yapılan tartışmaları antisemitizm olarak damgalayıp ifade özgürlüğü kapsamı dışına itmesine pek de şaşırmıyoruz.
Türkiye’deki akademisyenler ile aktivistler arasında uzun zamandır dolaşan bir söz vardır: “Batı’da uygulamaya sokulacak baskıcı önlemler önce Türkiye’de test edilir.” Trump döneminde yükselen otoriter söylem bu izlenimi daha da pekiştirdi—Bu, Türkiye’de birçoklarının zaten çok yakından bildiği taktiklerin bir yansımasıydı.
İsrail ile Türkiye arasında dikkat çekici yapısal benzerlikler var. Daha önce de belirtildiği gibi, bunlardan en önemlilerinden biri, her iki devletin de işledikleri kitlesel şiddet suçlarını inkâr etme konusundaki ortak yaklaşımıdır. Her iki ülke de kendi varlıklarını sürekli bir tehdit altında görmekte, bu algıya göre şekillendirilmiş uzun vadeli güvenlik doktrinleri geliştirmektedir. Bu doktrinlerin temel unsurlarından biri dışa dönük saldırganlıktır. Hem İsrail’in hem de Türkiye’nin genişlemeci politikalar izlemesi, resmi sınırlarının ötesine uzanan müdahalelerde bulunması tesadüf değildir.
Sonuç olarak, Ortadoğu’da iki Apartheid rejimiyle karşı karşıyayız. İsrail’in Apartheid rejimi olduğu konusunda oldukça geniş, köklü bir literatür vardır. Türkiye’de de Hristiyanlar, Yahudiler, Kürtlerle Aleviler hukuk önünde tam eşitliğe sahip değildirler. Yürütme, yasama ya da yargının en üst kademeleri açık ya da gizli yasal tedbirler ile yerleşik kültürel normlarının birleşimi sonucu bu gruplara tamamıyla kapalıdır. İsrail ile Türkiye—biri Yahudi devleti, diğeri Türk devleti olarak—egemen etno-dinsel kimliğin dışında kalanları marjinalleştirerek disiplin altına alma konusunda benzer yöntemleri benimsemişlerdir. Sıradan baskı mekanizmaları yetersiz kaldığında, her ikisi de kitlesel şiddete başvurmaktan çekinmez. (11)
İsrail’in Gazze’deki soykırımı, kendi tarihsel bağlamıyla şekillense de mantık düzeyinde ulus-devletin güvenlik paranoyasına dair ders kitaplarına girecek bir örnektir: burada savunma, tahakkümle birleşmiş ve ötekinin yok edilmesine dönüşmüştür. Kalıcı barışın, ancak tehdit olarak görülen unsurların tamamen ortadan kaldırılmasıyla sağlanabileceği inancı yeni değildir. Bu, tarihin uzun süreli bir kalıbının yalnızca yeni bir tekrarından ibarettir.
Bir Sonuç Yerine
İçinde bulunduğumuz tarihsel anı anlamlı kılan, yalnızca İsrail’in şiddet eylemleri değildir. Buna ek olarak, Holokost ve Soykırım Çalışmaları alanının bu şiddete verdiği—ya da veremediği—tepkidir de. Bunun nedeni, alanın kısmen İsrail ile kurduğu sembolik kurumsal yakınlıkla şekillenmiş olmasıdır. Gazze’deki gelişmeler, bu nedenle alan içinde derin bir kriz yaratmıştır. Bir zamanlar diğer vakalar hakkında açık, net konuşabilen akademisyenler, şimdi aynı ahlaki ilkeleri İsrail’e uygulamakta ikircikli davranıyorlar—ya istekli değiller ya da cesaret edemiyorlar. Evrensel ilke yerine ulusal sadakati önceleyen pek çok kişi—belki de farkında bile olmadan—inkârcılığın sıradanlığına sürüklenmiş durumda.
Bu nedenle tanık olduğumuz şey sadece bir siyasi kriz ya da insani felaket değil; aynı zamanda ahlaki entelektüel altyapının çöküşüdür. Bir zamanlar yargılarımıza yön verdiğini iddia eden gelenek—Aydınlanmaya dayanan, savaş sonrası ahlaki dil ile şekillenen, Holokost ile Soykırım Çalışmalarında vücut bulan bu gelenek—bugünün yükünü taşıyamıyor. Arendt’in sözünü ettiği o korkuluklar artık yok, ama yön arayışımız devam ediyor. “Das Licht der Öffentlichkeit verdunkelt alles – kamusal alanın ışığı her şeyi karartıyor.” (12) Arendt’in bu metaforu çok çarpıcıdır: aydınlatmayan, aksine gözleri kamaştıran bir ışıktır bu. Sadece gerçeği değil, vicdanı ve bizi insan yapan değerleri de karartır. Medya, siyasetçiler, kurumlar tarafından sunulan “açıklık”, çoğu zaman karanlığı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.
Önümüzdeki görev yalnızca ifşa etmek değil, aydınlatmaktır—farklı bir ışık tutacak olanları bulmak ya da belki de onlara dönüşmektir. İşte şimdi ihtiyaç duyduğumuz başlangıç budur. Karanlık zamanlarda yaşıyoruz—Holokost ile Soykırım Çalışmaları alanı, bugünkü ahlaki enkazdan, miras aldığı isme ya da yozlaşmış geleneğine tutunarak çıkamaz. Alan, yolun sonunda değil—eğer cesaret edebilirse—radikal bir yeniden doğuşun eşiğindedir.
Notlar
(1) Hannah Arendt, Men in Dark Times (New York: Harcourt, 1968), viii.
(2) Bu konuda istisnalardan biri The Journal of Genocide Research dergisidir. İsrail’in soykırımsal eylemlerinin başlamasından bu yana, dergi bu soykırımı kınayan akademik yazılara yer vermiştir.
(3) Hannah Arendt, Between Past and Future: Eight Exercises in Political Thought (New York: Penguin Books, 2006), giriş bölümü.
(4) Tammy Bruce, ABD Dışişleri Bakanlığı Basın Toplantısı, 31 Mart 2025. Erişim: https://www.state.gov/briefings/department-press-briefing-march-31-2025/
(5) Talat’ın 1916 kongresine sunduğu rapor için bkz.: Tanin, 29 Eylül 1916; 1918 kongresi için bkz.: Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Cilt III, Kısım 3 (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1983), s. 44.
(6) Seha L. Meray (ed.), Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, Kısım 1, Cilt 1, Kitap 1 (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1993), s. 197
(7) Burada özellikle İsrail ve Türkiye’nin resmî inkâr stratejileri arasındaki paralelliklere odaklanıyorum. Bu, iki vaka arasında önemli farklar olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, bu farkları yan yana incelemek bize son derece faydalı ip uçları sunacaktır
(8) Her iki devletin karşı karşıya olduğu tehditlerin ne kadar gerçek olduğu — veya ne kadar farklı oldukları — nihayetinde ikincil önemdedir. Çünkü bu işin mantığında algının, gerçekliğin önüne geçmesi yatmaktadır ve grubun kendisini tehdit altında görmesi, tehdidi niteliğinden bağımsız gerçek haline sokar. Ayrıca, Türk inkârcıları bu mantığı tersine çevirerek, Yahudilerin Almanya için tehdit oluşturmadığını ama Ermenilerin — Rusya’nın desteğiyle — imparatorluğu bölmeye hazır bir tehlike olduklarını öne sürerler.
(9) Seha L. Meray (ed.), Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, 199
(10) Burada “Türklüğü aşağılamak” ile antisemitizmin eşdeğer kavramlar olduğunu söylemiyorum. Ancak, her iki terimin de — iktidar sahipleri tarafından — eleştirel düşünceyi bastırmak ve açık tartışmayı susturmak için araçsallaştırıldığını vurgulamak istiyorum.
(11) Burada “Türklüğü aşağılamak” ile antisemitizmin eşdeğer kavramlar olduğunu söylemiyorum. Ancak, her iki terimin de — iktidar sahipleri tarafından — eleştirel düşünceyi bastırmak ve açık tartışmayı susturmak için araçsallaştırıldığını vurgulamak istiyorum.
(12) Hannah Arendt, Men in Dark Times, ix.
(Bu yazı ilk olarak 9 Nisan 2025'te Mirror Spectator’da yayınlanmıştır)


